36 yıl önce...
12 Eylül’de darbe yapanlar “Bu tarih kitaplarındaki bir darbe değildir. Cumhuriyeti koruma ve kollama harekâtıdır.” diye basına açıklamalar yapıyordu; yeni bir anayasayla anarşi ve terör önlenecek, yargı organlarını kuvvetlendirecek kanunlar hazırlanacak, ceza kanunu ıslah edilecekti…
Hiç öyle olmadı…
Darbeci askerler; hâkim ve savcıları orduevinde toplayarak ‘hukuku unutacaksınız’ dedi… Mahkeme başkanlarının önüne de bir yazı koydu: “Bugüne kadar mahkemeye intikal etmiş hakkında karar verilemeyen sanıkların kimliklerinin bildirilmesine…”
Böylece suçlu suçsuz birbirine karıştı; insanlar işinden oldu, vatandaşlıktan çıkartıldı, gözaltında kayboldu, cezaevlerinde unutuldu, işkencede öldü, öldürüldü kimse itiraz edemedi, basın susturuldu. Koca bir ülkeye ‘kelepçe’ takıldı.
Hiçbir darbenin hukuku yoktur. Dolayısıyla bugün nasıl ki bir darbeyle, başımıza gelebilecek her türlü hukuksuzluğu binlerce vatandaşımız tankların önüne ‘ölümüne’ çıkarak engellediyse, darbe girişiminde bulunan, bunlara yardım ve yataklık edenleri hukuk karşısına çıkartarak biz de nasıl bir hukuk devleti olduğumuzu kanıtlayacağız.
Buna rağmen bazı okurlarımız soruşturma, operasyon, gözaltı
15 Temmuz’da kanlı bir darbe girişimini tankların önünde durarak, altında ezilerek, üzerine çıkarak önleyen halkın ortak toplumsal refleksi; darbeden değil, seçilmiş hükümetten yana olduğu içindir ki, demokrasi nöbeti tutanların sayısı gün geçtikçe artıyor.
Çünkü artık hepimiz biliyoruz ki; toplumsal anlamda bir yapının kendisini yeniden tanımlayabilmesi için mutlaka ötekine de ihtiyacı var. Siyaset bir eksikle de olsa birbiriyle uzlaşıyor. Partilerin tabanları da bir araya gelerek tek bir bayrak altında her gece nöbet tutuyor.
Tam da bu nedenle; devletin ele geçirilen kurumlarının yeniden inşasını sağlamak, darbecileri yargı karşısına çıkartmak ve hep beraber yaşadığımız bu travmayı bir an önce atlatabilmek için medyaya büyük sorumluluk düşüyor.
Buna rağmen, yabancı basın bile darbe teşebbüsünde bulunan darbecilerin para kaynaklarını araştırırken, darbe teşebbüsüne ilişkin onca soruya yanıt aramayı bir tarafa bırakan bazı gazeteciler birbirlerini hedef gösteren habercilik anlayışını sürdürüyor. ‘OHAL uygulamalarını darbeden daha beter’ diye yorumlayarak cesaretli olmayı akılcı ve soğukkanlı olmaya tercih etmekle kalmıyor kamuoyunu korku ve endişeye sürüklüyor.
Jean-Paul Sartre
15 Temmuz’daki ‘darbe’ şokunun hemen ardından başlayan toparlanma süreci ve bakanlıklar bünyesinde alınan bazı kararlar; sorunlarına çözüm arayışında olan ve bürokraside muhatap bulamayan vergi mağdurlarına da moral oldu.
Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın, vergi, prim veya gümrük vergisi borçlarının yeniden yapılandırılacağına ilişkin açıklamaları, darbe girişimi ve olağanüstü hal uygulamalarına kilitlenen kamuoyunun gündemini normalleştirdi. Bakan Ağbal’ın bir televizyon programında yeniden yapılanma getirileceğine ilişkin sözleri basında geniş yer buldu. Milliyet haberi, ‘Tüm vergi borçlarına yeniden yapılandırma’ başlığıyla verdi.
Haber anlaşılmıyor!
Habere göre kayıtlı 90 milyar, SGK primleri olarak da 72 milyarlık tutar yani kabaca 160 milyarlık tutar ihtilaflı vergi ve prim alacakları yeniden yapılandırılacak. Son 5 yıla ilişkin matrah artırma düzenlemesi yapılacak.
Peki ama nasıl yapılandırılacak?
İstanbul Zihinsel Engelliler için Eğitim ve Dayanışma Vakfı (İZEV) Başkanı Berti Erbeş gönderdiği açıklamada şöyle diyor:
“Gerek Milliyet gerekse merkez medyada Maliye Bakanımızın beyanına istinaden, vergi ve SGK borçlusu mükellefler için yeni bir yapılandırma imkânı tanınacağına ilişkin
Türkiye’de siyasete yönelik en kestirme ‘çözüm’ yolları; hemen her dönemde apoletleri, postalları, tankları, kendi hukuku, kendi yasası, kendi anayasasıyla askerden geldi. Şiddet ve baskıyı meşrulaştırarak geldi. 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de... Tek başına gelmedi; medyanın darbeyi öven, komutanları alkışlayan, sonrasında siyaseti ve sokaktaki insanı kutuplaştıran manşetleriyle geldi...
Türkiye’de demokrasi kültürünün oluşmamasında medyanın günahı büyüktür.
Bugün 36 yıl sonra medya, tarihinde ilk kez, kendisini korkutan, sindiren, cezalandıran darbecilere karşı farklı bir duruş sergiledi:
Darbe girişimini ciddiye almadı, halkı sokağa çıkması konusunda cesaretlendirdi, gazetesini basan asker karşında soğukkanlılığını korudu, siyasi direnci alkışladı, siyasilerin halka ‘darbeye karşı meydanlara çıkın’ çağrılarını defalarca yineledi. Siyaset ve medyanın darbeye karşı ortak tavrı karşısında insanlar da sokaklara aktı, meydanları doldurdu, tankların üstüne çıktı, askerlerin üzerine yürüdü ‘dur’ dedi ve durdu...
***
Sadece Türkiye’de değil dünyada da ‘güç’ dengesi değişti. Bu nedenle Türkiye’de ilk kez; seçmen iktidara taşıdığı partisi için askere karşı ayaklanıyor, medya
Tornacılık yapan bir baba...
Biri down sendromlu, iki oğlunu; geliri down sendromlu çocuklara bırakılacak basketbol maçına götürüyor.
Down sendromlu dokuz yaşındaki Emircan, oturduğu koltukta sürekli hareket ederken, yanında oturan ve maçta görevli polis memurunun pantolonunun paçasını ayağıyla vurup kirletiyor.
Polis memuru yüksek sesle babaya “Oğlunu al diğer tarafa oturt” diyerek tepki gösterince Emircan korkup ağlıyor. Baba polis memuruna “Bu çocuk özel bir çocuk, niye böyle davranıyorsun, terbiyesiz” diyerek karşılık veriyor.
Polis memuru daha da sertleşiyor ve oğullarının yanında babayı yukarıya çağırıyor. Tribünde oturan diğer aileler de müdahale edince olay büyümeden yatıştırılıyor.
Ama Emircan yatışmıyor. Şimdi gördüğü bütün polislerden korkuyor.
***
Leonardo da Vinci Programı; Avrupa Birliği’nin fonlarıyla üye ya da aday ülkelerin mesleki eğitime yönelik politikalarını desteklemek ve gelişmek amacıyla oluşturuldu. Türkiye’de çeşitli illerden öğrenci ve öğretmenler de bu eğitimlerden yararlandı. Ancak 2013’de bu programdan yararlanan bazı öğrencilerin eğitimi, bir terör örgütünü ziyaret etmek gibi farklı amaçlarla suiistimal etmesi, iki yıl sonra bir soruşturmaya konu olunca olay medyaya yansıdı. Milliyet internet sitesinde de haber “AB fonuyla gidip bu pozu verdiler” başlığıyla yer buldu. Haberde; proje kapsamında Berlin’e götürülen bazı öğrencilerin, PKK’nın kontrolündeki dernekleri ziyaret ettiği, örgütün flamaları önünde poz verdiği, bu fotoğrafları sosyal medyada paylaşan öğrenciler hakkında soruşturma başlatıldığı, bundan da bir okul müdürünün sorumlu tutulduğu bilgilerine yer verildi.
***
Bu haliyle bu bir haber midir? Elbette haberdir. Soruşturmaya konu olan fotoğraflar insana, bilime, geleceğe yatırım yapmak yerine, eğitimle ilgili bir fırsatın nasıl suiistimal edildiğinin fotoğrafıdır. Peki bundan kim sorumlu? Haberde Diyarbakır Burhanettin Yıldız Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi öğrencilerinin PKK’nın
Bir insanın kendine yönelik cinsel bir eyleminin tıbbi bir müdahaleyle sonuçlanması bizi ilgilendirir mi? Ya da şöyle soralım: Medyanın özellikle imam olduğuna vurgu yaparak, tıbbi bir müdahale gerektiren durumunu ayrıntılarıyla kamuoyuyla paylaşılmasında ne gibi bir yarar görüyorsunuz? Peki hastanın bilgilerini basına teşhir edenler hakkında bir işlem yapılıp yapılmadığını merak ediyor musunuz?
Bir olay; halkın sağlığını ve güvenliğini tehdit ettiği ölçüde haberdir... Hasta mahremiyetinde ise gizlilik esastır. Bir insanın tıbbi müdahaleye maruz kaldığı olay genel ahlaka uymuyor diye kamuoyunda teşhir edilemez, alay konusu yapılamaz. Dolayısıyla kamuoyuyla paylaşılmaması gereken bir olay, insanın mahremiyetini hedef alıyorsa, bu durum sadece meslek etiği ya da hukuku açıdan değerlendirmez. Medya aracılığıyla yaratılan toplumsal algının, olası trajik sonuçlarını da hesaba katmanız gerekir.
***
Fakat görünen o ki; haber kültürü zayıfladıkça, dedikodu haberciliğimiz giderek yaygınlaşıyor. Küçük kasabalarda; kahvehanelerde başlayan, mahallere ‘bilgi’ gibi yayılan, sonrasında cinayetlere, intiharlara neden olan dedikoducular gibiyiz. Bu yüzden bazı haberler çirkindir; Bir kamu
Toplumsal nefret eğitim ve zihniyet sorunudur. Bu konuda en büyük görevlerden biri de medyaya düşüyor. Medya kutuplaşmaların önüne geçmek, kelimeleri ve imgeleri doğru yerde, doğru şekilde kullanmak zorunda… Üstelik bir arada yaşama ve öğrenme kültürüne hepimizin en çok ihtiyacı olduğu bir dönemdeyken…
Buna rağmen görünen o ki; herkes kendisine bir çatışma alanı yaratmış: Herkes bir diğerini hizaya sokmaya çalışıyor. Siyaset çatışma ortamından, sokaktaki vatandaşı da linç kültüründen besleniyor. Dolayısıyla
nefret suçunun çıkış noktası nefret söylemidir.
Bakın tarihimize… Arşivler nefret söyleminin suça nasıl dönüştüğünün sayısız örnekleriyle dolu. Bir grubun, diğer grubu nasıl hedef haline getirdiğini, “kimlikler” üzerinden nasıl algı yaratıldığını, nefret söylemlerinin toplu katliam gibi eylemlere nasıl dönüştüğünü, dönüştürüldüğünü artık hepimiz biliyoruz.
Tehlike hala geçmiş sayılmaz..
Medyada son günlerde ayrımcı, ırkçı, nefret söylemi ve nefret suçu içeren haberlerdeki artış nefret söyleminin olası sonuçları bakımından önemini ortaya koymakta…
Birbirinden bağımsız gibi gözükse de birbirini tetikleyen örnek çok…