Toplumu ilgilendiren bir konuda halkın bilgilendirilmesindeki çıkarın, kişilik haklarının korunmasından daha önemli olduğu sonucuna varan uluslararası hukuk, buradaki dengeyi basın özgürlüğü üzerinden kuruyor. Ancak habere konu olan olaylar eğer özel hayatın gizliğini ihlal ediyorsa bu kez ‘resmi görev’ ve ‘mekân’ dikkate alınıyor.
Örneğin siyasetçinin özel yaşamı ile resmi görevi bulunmayan bir bireyin özel yaşamı arasında ayrım yapıyor.
Bir siyasetçinin bazı durumlarda özel yaşamı hakkında da siyasal, toplumsal tartışmaya katkıda bulunabileceği gerekçesiyle haber yapılabileceğini, halkın bilgi edinme hakkı olduğunu söylüyor.
Oysa resmi bir görevi olmayan bir bireyin özel yaşamı kamu çıkarını ilgilendirmez.
Kamunun tanıdığı halkın bilgi alma hakkına sahip olduğu tanınmış bir kişi mi değil mi? Kamu yararı var mı yok mu? Basın özgürlüğü ile özel hayat arasındaki denge nerede kırılıyor?
İşadamına şantaj!
Kendisini eski istihbaratçı “Irmak Berkman” diye tanıtan Seher T. adlı kadın, işadamı Nadir Güllü’ye eşinin kendisini aldattığı iddiasıyla şantaj yaptı. Güllü ailesi, ellerindeki ses kayıtlarıyla polise şikâyette bulundu. Mahkeme Seher T.’ye 10 ay hapis cezası verdi.
Son dönemlerde çocuklara yönelik cinsel istismardaki artışa rağmen, suçların önlenmesinde yasaların yetersiz olması, şikâyete bağlı olması, daha da önemlisi çocuk istismarına evlilik ekseninde çözüm arayışları, bu durumdan rahatsız olan baroları da harekete geçirdi.
İstanbul Barosu Çocuk Hakları Merkezi Genel Sekreteri Avukat Selmin Cansu Demir, TBMM Çocuk İstismarını Önleme Komisyonu’na iki saatlık bir sunum yaparak, TCK’nın “Reşit olmayanla cinsel ilişkiyi” düzenleyen 104. maddesinin revize edilmesi gerektiğini, bu durumun dini nikâh veya çocuk yaşta evlilikleri tetiklememesi gerektiğinin altını çizdi…
Milliyet haberi “15 yaş üstündeki çocuklar için cinsel af teklifi” başlığıyla yayımladı. Önder Yılmaz imzalı haberin içeriği ise tamamen farklı.
***
Haberde TCK’nın “Reşit olmayanla cinsel ilişkiyi” düzenleyen 104. maddesinin revize edilmesi gerektiğini belirten Demir Türk Ceza Kanunu (TCK), Ceza Muhakemeleri Kanunu’ndaki (CMK) eksiklikleri anlatırken, failin cezalandırılması veya cezaları daha çok attırılmasının çocukların gerçek problemini çözmekten uzak olduğunu kaydederek yargılama sürecinde yaşanan mağduriyetleri şu ifadelerle dile getiriyor:
“Çalışmalarımızda mağdurların
Günümüzde küresel haberleşme araçlarıyla bilgiye erişim ve bilgiyi yaymak kolaylaştıkça; manipülasyon, dezenformasyon ve bilgi kirliliği yaygınlaşıyor. Buna karşı okur bilinci de giderek artıyor. Okurun doğru ve güvenilir kaynak arayışı, analitik ve sorgulayıcı tüketim ihtiyacı, yeni medya düzeninde, özellikle yazılı basının meslek ilkeleriyle uyumlu haberciliğini kaçınılmaz kılıyor.
Peki ne yapmak gerekiyor?
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Meslek İlkelerini İzleme Komisyonu; yeni dönemin ilk toplantısında bu soruya yanıt aradı. Komisyon medyanın meslek ilkelerine aykırı habercilik anlayışını, etik kurallar çerçevesinde değerlendirecek. Türkiye medyasının; ötekileştiren, nefret söyleminde bulunan, ırkçılık, ayrımcılık, cinsiyetçilik yapan, hedef gösteren, mesleği itibarsızlaştıran yayın politikalarını, meslek etiği açısından incelemeye alacak, yapılan değerlendirmeler kamuoyuyla da paylaşılacak.
Komisyonun amacı belli:
Doğru habercilik, sorumlu gazetecilik ve mesleğin saygınlığını korumak...
Meslek İlkelerini İzleme Komisyon başkanlığına ikinci kez seçilen Altan Öymen, Komisyonu’nun bu dönemdeki görevinin daha da ağırlaştığını hatırlatarak şöyle diyor: “Bir yandan basın özgürlüğünün
Medyada yer alan haberlere bakın! Atılan manşetlere, başlıklara, ifadelere… Hiç değişmeyen hep aynı sorunlar… Sorunlarımızın niye hiç değişmediğini, biri bitmeden diğerinin nasıl başladığını, neden çözümsüz bırakıldığını sorgulayın. Bunca kutuplaşmanın bu ‘cinnet’ halinin sorumlusu kim: Siyaset mi? Medya mı? Kamuoyu mu? Bu sorunları alt alta yazın. Ülkeyi uçuruma sürükleyen bütün bu kavgalara, hesaplaşmalara, bu çatışmacı, kışkırtıcı söylem ve nefret diline neyin neden olduğunu anlamaya çalışın ve şu soruyu sorun.
Peki biz ne zaman ve ne olursa barışacağız?
Bu ülkeyi felakete sürükleyen siyaset dilini bir tarafa bırakıyorum. Medyanın kamuoyunda yarattığı algıyla bu sürece olumlu katkı sağlaması beklenebilir mi?
***
Laiklik tartışması bunun bir örneği…
Yaklaşık bir aydır Milliyet’te dâhil Türkiye medyası; TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın “Laiklik anayasada olmamalı... Dindar anayasa olmalı” sözlerini tartışmaya açmış görünüyor. Bazı okurlarımız bu haberlere ‘din devletine meşru zemin’ yaratılıyor diyerek tepki gösteriyor. İsmini vermek istemeyen bir okurumuz şöyle diyor: “Bölgede savaş var. Etrafımız terör örgütleriyle çevrilmiş. Her yerden şehit cenazeleri kalkıyor. Daha
Ombudsman olarak sadece Milliyet Gazetesi’nin haberlerinden sorumluyum. Ancak son zamanlarda bana gelen okur şikâyetleri, ‘alanımı’ genişletti.
Bazı okurlar; siyasetin ürettiği sorunları, mevcut ya da olası politikaları doğuracağı sonuçlar açısından medyanın yeterince sorgulamadığı düşüncesinde. Yani okurlara göre eleştirel gazetecilik yapılamıyor. Bir kısmı da bir ‘haberin tamamını görebilmek, gerçekte ne olduğunu anlayabilmek için birçok gazeteyi okumak zorunda kaldıklarını söylüyor. Neden? Çünkü okur sizin haberinizdeki bir bilgiyi, başka bir gazetede göremiyor ama o gazetelerde gördüğünü de sizde göremiyor…
Bu bizim de sorunumuz… Ombudsmanlarla ilgili bir seminerde bir meslektaşım şöyle diyordu: “Gazetecilik yoluyla “silahlı örgüt üyesi olmak”, “örgüte yardım etmek” veya “örgüt kurmak, sevk ve idare etmek” suçlamaları devam ediyor ve biz hiçbir şey yapamıyoruz…”
Her dönem kendi koşullarında değerlendirilir. Dolayısıyla gazeteciler için ‘bugün dünden daha kötü’ değerlendirmesine katılmıyorum. Ancak ‘bugün dünden daha iyi’ demek de gerçekçi olmaz. Bianet’in Medya Gözlem raporu da bunu doğruluyor: Rapora göre; son dönemde çok sayıda gazeteci “casus”, “darbeci”, “terörist”
Bir gazeteci eğer ‘devlet sırrı’ kapsamına girecek ‘gizli’ bilgi, belge ve dosyalar üzerinden haber yapıyorsa; öncelikle haberin hukuka uygunluk durumuna bakar: Haberin gerçek olması, haberde kamu yararı bulunması, haberle işlenen suç arasında düşünsel bir bağın bulunması gibi…
Bütün devletlerce kabul edilen; bir ülkenin güvenliği, yüksek menfaatleri için korunması gereken ve gizli bir alana işaret eden bilgiler yani devlet sırrı kanunla belirlenir. Türkiye’de devlet sırrını düzenleyen bir taslak var ama kanun yok. Yani bu sırrın neler olduğu, hangi kıstaslara göre belirlendiği ve geçerli olduğu zaman süresi belli değil. Bu nedenle devlet sırrını ifşa eden gazeteciler Türk Ceza Kanunu’nun “devlet sırrı olan bilgileri himaye” maksadıyla düzenlenen bir maddesi gereğince yargılanıyor.
***
İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin meslektaşlarımız Erdem Gül ve Can Dündar hakkında TCK’nın 329. maddesinde yer alan ‘Devletin güvenliği iç ya da dış siyasal yararları bakımından niteliği itibariyle gizli kalması gereken bilgileri açıklama’ suçundan hapis cezasıyla cezalandırılmalarına karar vermesi bunun son örneği.
Ve Türkiye medyası yine bölündü. Bazı basın organları gazeteciler
Londra’da Sotheby’s Müzayede Evi tarafından satışa sunulan kâtip kutusunun Osmanlı mı yoksa Hint mi olduğu tartışma yaratınca, Milliyet habere birinci sayfadan “Sotheby’s’in Osmanlı oyunu” başlığıyla yer verdi. İç sayfalarda ise haberin başlığı “Kâtip kutusu Hint mi, Osmanlı mı?” ifadeleriyle yer aldı.
Nevsal Elevli imzasıyla yayımlanan haberde Sotheby’s Müzayede Evi’nin verdiği bilgiye göre, kutu 16. yüzyıla ait özel bir koleksiyon ve müzayede katalogunda da kutunun Osmanlı Padişahı Abdülmecid tarafından bir Avrupa elçisine hediye edildiği belirtiliyor. Ancak iddiaya göre aynı kutu, Paris’te 29 Haziran 2015’te yapılan bir açık artırmada ‘Hint-Portekiz’ yapımı bir eser olarak açık artırmaya sunulmuş. Paris Ader Müzayede Evi’nde satışa sunulan kutu ise Hindistan’da Portekiz pazarı için yapılmış, 18. yüzyıla ait bir eser olarak nitelenmiş ve 50 bin euro’ya alıcı bulmuş.
Bir eser iki görüş
İslam sanatı simsarı Stephen Wolff, söz konusu kutunun Osmanlı ile ilişkisi olmadığını belirterek, “Tabii bu Sotheby’s’in değil, uzmanların hatası... O dönem Osmanlı’da bakır kullanılmazdı, fildişi yerine kemik kullanılırdı. Kutunun yapıştırılma şekline bakılırsa zaten anlaşılır. Katalogda
Türkiye medyasını kamplaştıran, soruşturma, yargılama ve delil toplama yöntemleriyle siyasi gücü ve yargı bağımsızlığını tartışmalı hale getiren Ergenekon davasında, Yargıtay yerel mahkeme kararını bozdu. Daire, hukuka aykırı dinlemeler, gizli tanık beyanları, aramaların hukuka aykırı yapılması gibi usul gerekçelerinin hepsini bozma nedeni saydı.
Ergenekon davasının dokuz yıl süren soruşturma ve yargılama süreci sadece siyasi ve hukuki açıdan değil, kamuoyunun doğru bilgilendirilme hakkını korumakla yükümlü medya içinde önemli bir sınav sayılmalı. Çünkü bu dava aynı zaman da medyanın dezenformasyon haberciliğine de en iyi örnektir.
Haberlerle algı operasyonu
Türkiye medyasının önemli bir bölümü Ergenekon dava sürecinde meslek ilkelerini çiğnedi. Binlerce sayfalık iddianamedeki suçlamaları ya tamamen reddetti ya da tamamen sahiplendi. Sanıkları, delilleri, iddiaları araştırmadan yayımladı. Davanın tarafı durumuna gelerek toplumdaki kutuplaşmayı daha da derinleştirdi. ‘Yüzyılın davası’ ya da ‘Derin Cumhuriyet’le hesaplaşma’ tarzı manşetlerle kesin hükümlere yer verdi. Bazı medya organları Ergenekon örgütüne atfedilen suçlamaların ‘derin devlet’ bağlantılarını, asker-sivil