Hiç dava dosyası incelediniz mi?
Bir gazeteci için; en kilit sorular, takibi ya da araştırılması gereken konular, dava dosyalarında yer alan iddialardan çok, sanık veya tanık ifadeleri üzerinden anlam kazanır. Bugün incelediğiniz bir dosya, zaman içerisinde unutturulan, delil yetersizliğinden üzeri kapatılan, araştırılmayan, komplo ya da kumpas olarak kalan başka olayları ve dosyaları da yeniden gündeme getirebilir.
Milliyet’te yer alan Tolga Şardan’ın “Televizyonun içine kamera konuldu” başlıklı haberi, bu açıdan son derece önemli bir haberdi. Haberde Fethullah Gülen’in yakın ekibinden olduğu iddiasıyla tutuklanan işadamı Alaaddin Kaya’nın beş sayfalık ek ifadesinde savcı Nuh Mete Yüksel’e bir dönem yapılan kumpasın ayrıntıları son derece dikkat çekiciydi. Kaya, ifadesinde; Nuh Mete Yüksel’e yapılan kumpası şu sözlerle ifade ediyor:
“Nuh Mete Yüksel’in DGM Savcısı olduğu dönemde Fethullah Gülen ile ilgili hazırladığı soruşturma safhasında hatırladığım kadarıyla Yüksel’i itibarsızlaştırma amacıyla kumarhaneler kralı Sudi Özkan’ın avukatına ait Ankara’da yerini bilmediğim bir mekânda bir kadınla uygusuz haldeyken bir çekim gerçekleşmiştir. O gün Gülen cemaatinin emniyet
Meslekten ihraç edilenler arasında Prof. Levent Altıntop ve Prof. Ayşegül Jale Saraç’ın adlarının yer almaması bazı gazetelerde yer alınca Milliyet internet sitesi haberi kaynak göstererek kullandı.
“ İki profesöre ihraç koruması! Listede isimleri yok...” başlıklı habere göre; çıkarılan son Kanun Hükmünde Kararname ile çeşitli meslek gruplarından 50 bin dolayında kişinin kamudan ihraç edilirken, “örgüt yapılanmasının aktif isimlerinden olan” Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’nden Prof. Levent Altıntop ile tutuklu bulunan eski Dicle Üniversitesi Rektörü Ayşegül Jale Saraç listede yer almıyor.
“İki ismin YÖK’te birileri tarafından korunduğu şüphesi gündeme getirildi” ifadelerine yer verilen haberde ayrıca 15 Temmuz sonrası açığa alınan akademisyenler arasında yer almasına rağmen, ihraç listesinde Prof. Altıntop’un kurucusu olduğu ve onursal başkanlığını yaptığı ATUDER yönetiminin de büyük oranda görevden uzaklaştırılarak gözaltına alındığı, derneğin faaliyetlerinin de 3 aylığına durdurulduğu belirtiliyor.
***
Acil Tıp Uzmanları Derneği bir açıklama göndererek haberin gerçeği yansıtmadığını belirtiyor:
Acil Tıp Uzmanları Derneği 1999 yılında kurulmuş ve sadece Acil Tıp
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın “FETÖ/ PDY örgütünün mevcut bir siyasi yapıya sızma girişiminde bulunduğu” iddiasıyla yürüttüğü soruşturma kapsamında, 33 kişi hakkında gözaltı kararı çıkınca, Milliyet, haberi “FETO’nün MHP’ye sızma harekâtı” başlığıyla okurlarına aktardı.
Haberde, kamuoyunda “MHP’ye operasyon yapılıyor” algısı oluşturulmaya çalışıldığı, ancak bu operasyonun gerçekte MHP’ye sızmaya çalışan FETÖ yapılanmasının ortaya çıkarılmasına yönelik olduğu belirtiliyor. Haberde ayrıca kamuoyunun yakından tanıdığı bazı gazeteci, akademisyen ve araştırmacıların ‘Kurban bayramı tatili olmasına rağmen’ gözaltına alındığı belirtiliyor ve kısaca şu ifadelere yer veriliyor: “…Mümtaz’er Türköne, Yavuz Demirağ, İbrahim Kanbur ile araştırmacı Özer Sencar’ın da aralarında bulunduğu 22 kişi FETÖ ile bağlantıları olduğu iddiasıyla gözaltına alındı. Zanlılardan 12’si emniyette yapılan işlemlerinin tamamlanmasıyla birlikte çıkarıldıkları nöbetçi mahkeme tarafından bayram tatili sürecinde serbest bırakıldı…”
Yeniçağ Gazetesi itiraz ediyor
Hiçbir gazeteci meslektaşlarının bu tür iddialarla gözaltına alınmasını istemez. Yeniçağ Gazetesi bazı yazarlarının böyle bir soruşturmaya konu olmasına
Türkiye’de organ ve doku nakli bekleyen binlerce hasta var. Organ nakli dışında tedavisi mümkün olmayan çok sayıda hastalık var. Buna rağmen organ bağışı artış gösterse de son derece yetersiz. Düşünün ki; 60 binden fazla insan böbrek yetmezliğiyle mücadele ediyor ama bu hastaların sadece 3 binine nakil yapılabilmiş.
Peki, organ bağışı sadece devletin sağlık politikalarıyla geliştirilebilecek bir konu mudur? Bu güne kadar kaç gazete organ bağışının önemini manşetine, kaç köşe yazarı köşesine taşıdı? Bağış kampanyalarını, bağış yapan insanların hikâyelerini kaleme aldı?
Okurlar gündemi her gün siyasetin belirlemesine tepkili. Sağlığını kaybetmiş, canı burnunda bir toplumda binlerce insan umuda yatmış, ‘hayat bağışlayacak’ insanları bekliyor.
Türkiye Organ Nakli Vakfı’nın koordinatörlüğünde düzenlenen uluslararası üçüncü medya çalıştayı önceki gün bu konuda basına büyük sorumluluk düştüğünü hatırlattı. Ancak birkaç gazete dışında Milliyet’te dâhil söz konusu toplantıyı kamuoyuyla paylaşmadı. Dolayısıyla hatırlatmak istiyorum:
Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden gelen akademisyen ve gazetecilerle Harbiye Hilton’da bir araya geldik. Moderatörlüğünü üstlendiğim, organ bağışı konusunda
İnternet dünyası yeni bir hakkın doğmasına neden oldu. Dijital hafızada yer alan, arama motorlarında bulunan; bireye ait fotoğraf, kimlik bilgisi, adres, haber ve diğer kişisel içeriklerin bir daha geri getirilemeyecek ve kullanılmayacak biçimde ortadan kaldırılmasını talep etme hakkı…
Evrensel hukuk bunu ‘unutulma hakkı’ olarak tanımlanıyor.
Avukat Mario Costeja Google’da adıyla arama yaptığında, ‘borcundan dolayı evini zorla satmak zorunda kalmasına’ yönelik haberlerin linkleriyle hala karşısına çıkmasından dolayı şikâyetçi olunca 2014’de Avrupa Birliği Adalet Divanı, bireylerin arama motorlarında ortaya çıkan verileri üzerinde söz söyleme hakkı olduğunu tanıdı. Bireylerin ‘miadı dolmuş, eksik, ilgisiz ve geçersiz’ bilgileri barındıran linklerin arama motorlarından kaldırılmasını talep edebileceğini insanların ‘unutulma hakkı’na sahip olduğuna hükmetti.
***
Peki, haberin doğru ve gerçek olmasının bir önemi yok mu?
Bir hatırlatma daha yapalım: Alman aktör Walter Sedlmayr’ı öldürmekten suçlu bulunan ve hapis cezasına çarptırılan Wolfgang Werlé ve Manfres Lauber adında iki kişi de Wikipedia’yı dava etti. Davanın gerekçesinde, cezalarını çekip hapisten çıktıkları halde yıllar
Türkiye’yi bir felakete, bir uçuruma ve hatta bir iç savaşa doğru sürüklemeye çalışan terör örgütlerinin saldırıları manşetlerden inmiyor.
Bomba yüklü araçlar, ağır silahlar, roketlerle saldırıyorlar…
Kısır bir döngü… Özellikle Güneydoğu ve Doğu yine sil baştan! Yaşanan çatışmalar ve terör eylemleri yüzünden onlarca ilçe, mahalle yerle bir oldu, yüzlerce insan hayatını kaybetti, yüzbinlerce insan yerinden yurdundan oldu. Bölge halkı terör yüzünden o ilçeden bu ilçeye göç edip duruyor…
Terör örgütleri bölgesel ve küresel birtakım aktörler de devreye girince şimdi her yerdeler… Her saldırıları, ülkeyi derinden yaralayacak bir katliama dönüşüyor.
***
PKK’nın terör eylemlerinden duyduğu öfke ve üzüntüsünü dile getiren bir okurumuz devamında ayrıca soruyor: “Bu Kürtler ne istiyor!”
Okurumuzun bu sorusu belki geçmişte Kürtlerin etnik kimlik, hak ve özgürlük talepleri üzerinden yorumlandığında bir anlam ifade edebilirdi. Ama bugün küresel güçlerin kullandığı PKK’nın terör eylemlerine bakıp ‘Bu Kürtler ne istiyor?” sorusu artık bir anlam ifade etmediği gibi, doğru bir soru da değil.
Yıl 1990...
Polis Harbiye Şehir Tiyatrosu’nun etrafını çevirip abluka altına alıyor.
Niye?
Ankara Birlik Tiyatrosu (ABT), Erol Toy’un yazdığı Pir Sultan Abdal adlı oyunu sahnelemesin diye...
Gazetecilerin arşivi faili meçhul cinayet dosyalarıyla doludur.
Kapatılmış, unutturulmuş binlerce dosya ve hemen hepsi ‘derin devlet’e işaret ediyor.
Derin devlet; ülkenin tehdit algılamaları değiştikçe, aktörleri ve mağdurları değişen, ‘devlet zihniyeti’nin bir tetikçide vücut bulmuş hali olunca cinayetlerin gerçek azmettiricileri hiçbir zaman bulunamadı.
Medyada derin devlet ‘gövdesi var başı yok, sureti var yüzü yok’ bir yapı olarak varlığını sürdürdü. Halen de sürüyor.
Önce geriye gidelim.
Uğur Mumcu cinayetini hatırlayın. Mumcu’yu öldürmeyen kalmadı.
İslami Hareket Örgütü’nden İsrail Gizli Servisi’ne, JİTEM’den, PKK’ya, Susurluk Çetesi’nden Çekiç Güç’e kadar hemen hepsi öldürdü.