Türkiye kendisine yeni bir “iç düşman” yaratma yolunda.
Artık “huzursuzluk” sebebimiz: Suriyeliler!
Öyle ki; kamplarda 220 bin, kamp dışında 1 milyon 140 bin sığınmacı ve mülteci olarak yaşam savaşı veren Suriyeliler; yaşadıkları şehirden, oturdukları mahallelerden gönderilmeye çalışılıyorlar. Hedef gösteriliyor, tehdit ediliyorlar. Korkutarak, aşağılayarak, linç, taciz ve tecavüze uğruyorlar.
Gerek kamplarda gerekse kamp dışında Suriyeli mülteci ve sığınmacıların yaşadığı sorunlara aylardır dikkat çeken Milliyet geçtiğimiz hafta bir çocuğun dövülmesini gerekçe göstererek Suriyelilerin evlerinin ve işyerlerinin nasıl tahrip edildiğini “Tehlike tırmanıyor” başlığıyla manşetine taşıyınca okurlarımız ikiye bölündü.
Bazı okurlarımız savaştan kaçan Suriyelilere gösterilen tepkinin insanlık dışı olduğuna inanıyor. Devrim Kınalı “Bir çocuğu bahane ederek bütün Suriyelilere saldırmak insanlık dışıdır. Suriyeli kadınlar satılıyor, fuhuşa zorlanıyor diye yine siz yazdınız. O zaman onlar da bize saldırsın. Bu düşmanlığa karşı devletin daha planlı kontrollü bir politika izlemesi gerekmez mi?” diye soruyor.
Bazı okurlar endişeli
Bir muhabir bir olayın takibini nereye kadar yapar?
O halde soralım: Güneydoğu turuna motosikletleriyle çıkan Abdullah Türk ve Engin Öksüz’ün Şanlıurfa’nın Halfeti ilçesinde, metruk bir evde cesetlerinin bulunması ve katil zanlısı olarak gözaltına alınan Hasan Y’nin suçunu itiraf etmesi bir muhabirin artık haberin peşini bırakması demek midir?
Kendisi de motosiklet tutkunu olan okurumuz Ahmet Fırat haberin peşinin bırakılmasından rahatsız olduğunu belirterek soruyor: Peki, bunca zaman kamuoyunun kafasını karıştıran bu cinayetle ilgili haberlerdeki çelişkiler ne olacak?
Bir haber kendi içinde yığınla soruyu da beraber de getiriyorsa aslında o haber değildir.
Yazı işleri müdürümüz Menderes Özel motosiklet dünyasını iyi bilenlerden.Söz konusu olayın aydınlatılmış olduğu açıklanmasına ve operasyona ilişkin kapsamlı bir polis dosyasının medyaya servis edilmesine rağmen hâlâ birçok sorunun yanıtsız kaldığını belirterek okurumuza hak vermekle kalmıyor, söz konusu cinayetlere ilişkin çelişkileri de alt alta sıralıyor:
Dolayısıyla haberi yapan muhabirlerin şu sorulara da yanıt bulması ve haberi devam ettirmesi gerekmez mi?
Bir muhabir iki şeye ihtiyaç duyar:
Birincisi haberin niteliği, ikincisi habere konu olan kişi ya da kurumların niteliği...
Magazin basınında ise durum biraz daha farklıdır.
Haberin niteliğinden çok, kişiye, önce ‘şöhrete’ ulaşmak ölçü olabiliyor.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tam da bu nedenle medyanın şöhretlerin özel hayatına nüfuz edebilme lüksüne sınırlama getirdi.
Ünlü birinin sinemaya gitmesi, alışverişe çıkması, bir çay bahçesinde veya gece barda bir şeyler içmesi, oturduğu sitede denize girmesi kamuya açık ama “özel hayat” alanıdır dedi.
Cem Yılmaz kamuoyunun yakından takip ettiği bir sanatçıdır.
Türkiye’de objektif olmanın, vicdan ve akılla gazetecilik yapmanın zor olduğu bir dönemden geçiyoruz.
Öyle ki; yok yere hayatını kaybeden muhabirlerin yanısıra, kendi meslektaşlarımız tarafından hedef haline getirilmenin de vahim örneklerini yaşıyoruz.
Uluslararası Haber Ombudsmanları Örgütü (ONO) görev bildirgesinde şöyle der: “Haber Ombudsmanı gazeteciliğin uygulamaları ve amaçları hakkında saygıdeğer ve geçerli bir söylemin oluşturulmasını teşvik ederek gazeteciliğin kalitesini korumaya ve geliştirmeye kendini adamıştır. Ombudsman, basın özgürlüğünü korumak, sorumlu ve yüksek kalitede gazeteciliği teşvik etmek için çalışır.”
Dolayısıyla sormak isterim:
Tek bir fotoğraf karesine, koca bir haberi sığdırmak için koşuşturan Sabah gazetesi foto muhabiri Erkan Koyuncu’nun demir bir kapıda ezilerek hayatını kaybetmesi bir iş kazası mıdır? Yoksa haberle gazetecinin arasına çekilen 3.5 metrelik bir duvar ve beş ton ağırlığında çelik bir kapıyla gazeteciliği itibarsızlaştıran bir uygulamanın sonuçları mıdır?
Muhabir itibarsızlaştırıldı
İsrail’in Gazze’de giriştiği katliam her şeyden önce bir insanlık sorunudur. Dolayısıyla bu sorunu çeşitli eylemlerle protesto edebilirsiniz; kınayabilir, bu katliamın durmasını isteyebilirsiniz ama bir katliamı bütün bir İsrail halkına mal edemezsiniz. Yahudileri ve Musevileri hedef gösteremezsiniz.
Ne yazık ki öyle olmuyor.
Musevi ve Yahudilere yönelik basında ve özellikle sosyal medyada ırkçı ve ayrımcı söylemler giderek artıyor: Örneğin bazı gazeteciler Filistin’de sivilleri de hedef alan İsrail’i kınarken, Yahudilerin toptan yok edilmesi gerektiğini yazarak ırkçılık yapıyor. İsrail mallarını boykot edenler, Mario Levi’nin kitaplarına da boykot çağrısı yaparak yazarı hedef gösteriyor. Filistin’de yaşananları bir ‘din’ sorunuymuş gibi algılayanlar, olaya sessiz kaldığı düşünülen Müslüman ülkelere ağır suçlamalar yöneltiyor. Bazı okurlarımız da Gazze’de insanlar katledilirken, İsrail ile ilgili herhangi bir habere yer verilmesine dahi tahammül edemiyor.
Kısacası, bazı gazetelerin Filistin sorununu dini bir sorun gibi algılayanların söylemi, bütün Yahudileri hedef gösteren ırkçı yaklaşımı ve sosyal medyada olayın protesto ediliş biçimi son derece sorunlu ve
Ortadoğu’nun sokakları parçalanmış insan cesetlerinden geçilmezken, çocukların üzerine yağdırılan bombaların, atılan füzelerin, yaşanan zulmün ‘fotoğrafını’ çekmemek, yayımlamamak mümkün mü? Üstelik savaşın giderek tırmanan sert ve acımasız yüzüyle o bölgenin çocukları bilinmez bir geleceğe doğru sürüklenirken...
İsrail Ordusu’nun Gazze’de başlattığı koruyucu uçurum operasyonu sadece Hamas’a yönelik değil. Filistin hükümetine göre; son on gün içinde İsrail’in Gazze’ye havadan, karadan ve denizden yürüttüğü saldırılarda 78’i çocuk, 28’i kadın 339 kişi yaşamını yitirdi, 2 bin 500 kişi de yaralandı. Savaşın en büyük mağduru çocuklar olunca Milliyet haklı olarak “Büyümez Gazze’de Çocuklar” manşetini attı. Saldırıların dokuzuncu gününde deniz kenarında top oynayan çocukların bile üzerine bomba yağdırılınca Milliyet , “Plajdaki oyuna gerçek bomba” başlığını atarak çocukları bir kez daha manşetine taşıdı.
Okurlarımızın tepkisi gazetede yer alan fotoğraflara... Kumsalda top oynarken bombayla parçalanmış bir çocuk cesedinin fotoğrafına... Ölesiye korkan, yaralanan, delik deşik olan bebek ve çocukların fotoğraflarının kullanılmasına...
Nilgün Yüzbaşı adlı okurumuz,
Türkiye yeni Cumhur-başkanı’nı seçmeye hazırlanıyor:
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ekmeleddin İhsanoğlu ve Selahattin Demirtaş
16 Haziran ile 3 Temmuz tarihleri arasında yapılan bir araştırma sonucuna göre; gazetelerde Başbakan Erdoğan ile ilgili 151 bin 965, İhsanoğlu ile ilgili 4 bin 389, Demirtaş için ise 476 haber yayımlandı. Benzer durum televizyonlarda da gözleniyor. Erdoğan 3 bin 277, İhsanoğlu 2 bin 273, Demirtaş ise 870 kez bir habere konu oluyor.
İktidar odaklı haber
Başbakan’ın ya da diğer adayların Cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle propaganda ve tanıtım amaçlı haber olması ayrı, Başbakan olarak belli konularda habere konu olması ayrıdır. Dolayısıyla Araştırma şirketleri hangi kriterleri dikkate alarak bu araştırmayı yapmış bilmiyoruz...
Buna karşın gelen okur tepkileri de medyanın söz konusu adaylara eşit mesafede durmadığı yönünde. Bazı okurlarımız devletin kurumlarından İstanbul’daki Basın İlan Kurumu’nun binasının dört bir tarafının Erdoğan’ın “Milli güç, milli irade” sloganlarının yazılı olduğu afişlerle donatılmasına basının tepki vermemesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirirken, bazıları da TRT’nin Başbakan’ın dışındaki diğer adayları
Bir ülkenin toplumsal kimliğini üçüncü sayfa haberlerinde görmek mümkün...
Mağdur olanla, mağdur edenle...
Hırsızı, katili, intihar edeni, şiddete uğrayanı...
Her biri ‘travmatik’ haberlerdir. Ve benzer her habere her defasında aynı tepkiyi veriyoruz.
Toplumsal cinnet mi geçiriyoruz? Akıl sağlığımızı mı yitiriyoruz?
Ruh Sağlığında İnsan Hakları Girişimi Derneği’nin (Rusihak) araştırmalarına göre dünyada nüfusun yüzde 25’i yaşamı boyunca en az bir kez ruh sağlığı sorunu yaşamakta. Ülkemizde ise yaklaşık 12 milyon kişi zihin ve ruh sağlığı alanındaki sorunlardan doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenmektedir.
RUSİHAK’tan Nalan Erkem Milliyet’te gönderdiği yazıda şöyle diyor: