Şanlıurfa’da haftalık Arapça yayınlanan ‘Ayn Vatan’ gazetesinin yazı işleri müdürü İbrahim Abdulkadir ile muhabiri Firaz Hamadi bıçakla boğazları kesilerek öldürüldü.
Gazetecilerin bir yıl kadar önce Suriye’deki savaştan kaçarak Türkiye’ye geldiği, Özgür Suriye Ordusu’na üye oldukları, IŞİD aleyhine haber yaptıkları ve bu yüzden tehdit aldıkları öne sürülüyor.
Hemen hemen bütün gazete ve televizyonların ilk gün geçtikleri haberin özeti bu...
Gazeteciler duyumlardan hareket eder, olgulara dayalı habercilik yapar. Komplo teorileri üretmek bizim işimiz değil... Ama uluslararası derinliği olabilecek böyle bir olaya ilişkin akla gelebilecek her türlü soruyu sormak da gazetecinin görevidir.
Her zaman ilk bilgiler emniyet kaynaklı olacağı için haberi çok taraflı bir süzgeçten geçirmek, dezenformasyondan korunmanın başlıca yoludur. Muhabir haberde geriye düşmemek için kaçınılmaz olarak emniyet yetkililerine başvurur. Ancak ‘resmi kanallardan gelen her bilgiyi doğru olarak kabul etmek’ zorunda değildir. Başka kaynaklara da yönelmesi gerekir.
Arapça yayımcılık
Türkiye’de gazete ve dergi vb. süreli yayın çıkarmak herhangi bir izne tabii değil. Ancak yayın öncesinde bölgede
Eskiden ‘ajandası’ olmayan gazeteciler ayıplanırdı... Ajandalar; önemli olaylar, davalar, tarihler, isimler, bağlantılar, telefonlar, fotoğraflar, önemli bulunan, tutulan notlarla dolardı... Yeniden hatırlamak, hatırlatmak, zamanı gelince bu bilgilerden yararlanmak için... Bu nedenle bir gazetecinin tuttuğu ajanda, onun hangi alanda ne kadar uzmanlaştığının da önemli bir göstergesi sayılıyor.
Dünyanın herhangi bir yerinde gazetecilik yapan bütün meslektaşlarımız için bu böyle. Abdi İpekçi ve Papa suikastını araştırmak amacıyla Türkiye’ye gelen Polonya TVN ekibinin tuttuğu notların, çetelerle bağlantılı isimlerin ve hazırlanan şemaların son derece çetrefilli, çok ayaklı iki kabarık dosyaya dönüşmesi, her birinin elinde bir ajanda olduğu içindi...
Ajanda delil olursa
Ancak son yıllarda potansiyel suçlu muamelesi gören gazeteciler için ajanda tutmak neredeyse bir kâbusa dönüştü. Diyarbakır’da bir ay önce iki İngiliz gazetecinin tutuklanması sırasında ‘suç delili’ olarak ajandalarının gösterilmesi sanırım bunun en iyi örneği...
Türkiye medyası araştırmacı gazeteciliğin kapısını aralayan bir ‘anahtar’ işlevine sahip ajandaların önemini unutmuş olmalı ki; Philip Gingell Hanrahan ve Philip
Ankara’daki barış mitingine yapılan bombalı saldırıda hayatını kaybeden insanların hikâyelerine medya geniş yer verdi. Kızını, oğlunu, kocasını, karısını, torununu kaybeden insanlarla konuştu ve hemen her birinin parçalanan ‘gelecek’ umudu gazetelerin satır aralarında kaldı.
Türkiye’de sivil halkın yaşam hakkının korunmasını, hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasını, şiddetten ve baskıdan arınmış seçimlerin demokratik bir ortamda yapılmasını talep eden ve aralarında hukukçuların da olduğu okurlarımız söz konusu katliamla ilgili soruşturmada gizlilik kararı alınmasına tepkili.
Bir katliama ilişkin soruşturmanın güvenliğini gerekçe göstererek katliama ilişkin soruşturmanın akıbetini bilmemek, kamuoyunu olası terör eylemlerine karşı insanları endişeye sevk ediyor:
“Bu ülkede terör her zaman oldu. Yarın terör yüzünden bizim de gerçekleştiremediğimiz hayallerimizi mi yazacaksınız? Peki, ama basının görevi bununla mı sınırlıdır. Bu terörün organize bir iş olup olmadığını, arkasında kimlerin bulunduğunu, hangi amaca hizmet ettiğini bile yazamayacak mısınız?” diye soruyorlar.
Yasak çözüm değil
Öyle görünüyor. Yazamayacağız. Soruşturmaya yönelik kısıtlama kararına göre; avukatlar bile
Demokrasilerde siyaset savaşlarının yeri seçim sandığıdır. Türkiye ise giderek tırmanan terörün gölgesinde seçime hazırlanıyor. Kirli bir siyaset üzerinden yaratılmak istenen kaos ortamının önüne geçmek için sivil toplum örgütleri bir miting düzenlemek isteyince, terör bu kez barışı hedef aldı. Ve Türkiye, tarihinin en kanlı terör eylemlerinden birini yaşadı.
100’ün üzerinde insanın hayatını kaybettiği olayda ceset parçaları etrafa dağılıp ortalık kan gölüne dönünce internette yer alan görüntülere haklı olarak “geçici” yayın yasağı getirildi. Bunu anlamak mümkün; terörün amacına hizmet etmemek ve toplumda panik yaratmamak için... Ancak yetkili merciler kabul etmese de olaydan hemen sonra twitter, facebook gibi internet sitelerine de belli bir süre erişim engellendi... Dolayısıyla okurlarımızdan da gelen tepkiler üzerinden sormak istiyorum:
Terörün neyi amaçladığını, kimi hedef aldığını, olayın nasıl, ne şekilde meydana geldiğini sorgulamadan, olayda istihbarat ve güvenlik zafiyetinin olup olmadığını araştırmadan, hayatını kaybeden insanların kimliklerine, yaralılara nasıl müdahale edilip edilmediği bilgisine ulaşmadan ve hatta yetkililerden henüz tek bir açıklama bile
Türkiye’de siyaset kendi fikrini ve düşüncesini savunanı, yazarak çizerek muhalefet edeni hemen her dönemde tehdit etti. Gazetelerin basıldığı, kapatıldığı, gazetecilerin gözaltına alındığı, dövüldüğü, öldürüldüğü dönemlerden hep beraber geçtik. Saldırganlar yargı karşısına çıkartılsa da siyaset yapma kültürümüz bunları her zaman dokunulmaz kıldı, korudu. Gazetecileri korkutan, susturan, sindiren, hizaya sokan bir zihniyetin, bugün tetikçilerde vücut bulmuş haline yine tanıklık ediyoruz.
Faili meçhuller
Bu tür oluşumlar siyasetin ideolojik duruşuna göre varlığını hâlâ sürdürüyor olabilir mi? Öyle olmalı. Yoksa bugün hâlâ gazetelere saldıran, gazetecileri döven, çatışma bölgelerinde görevini yapmaya çalışan gazetecileri gözaltına alarak işini yapamaz hale getiren ‘faili belli’ oluşumları nasıl açıklayacağız.
Parmağını uzatarak gazetecileri sürekli hedef gösteren siyasetçilerin bir dönem cinayetlere ve katliamlara uzanan yolda oynadığı ‘rolü’ biliyoruz. Ama şunu da unutmamamız gerekiyor: Sabahattin Ali’den, Abdi İpekçi’ye, Ümit Kaftancıoğlu’ndan Musa Anter’e, Uğur Mumcu’dan Hrand Dink’e uzanan gazeteci cinayetlerine sadece siyasetçilerin değil, basının da ‘tek başına’
Kartal Yuvası’na hiç gittiniz mi?
Nasıl bir yer olduğunu biliyor musunuz?
Peki, bir askerin sıfır noktasında; sevdiklerinden, ailesinden uzakta, hangi koşullarda, ne şekilde, ne adına, hangi duygularla teröre karşı nöbet tuttuğunu...
İnsan odaklı habercilik
Milliyet yazarı Tunca Bengin ve Milliyet Fotoğraf Servisi Şefi Bünyamin Aygün muhteşem bir iş başardı ve bir çatışmasının ortasında bulunan Karaçalı Hudut Bölüğü’nde görev yapan ‘asker’i anlatmak için Kartal Yuvası’nda bir gün geçirdi.
Kartal Yuvası, Kuraniş Vadisi’ni tutan 2030 rakımlı bir tepe... Tepenin arkasında PKK’nın Haftanin Kampı, 7 metre kuzeyinde 34 kişinin öldüğü Roboski Vadisi’nin bulunduğu tepe... İki metre yükseklik ve bir metre genişliğinde içi taş ve kumla dolu, siperlerle korunaklı hale getirilmiş üstü açık 900 metrekarelik bir karakol...
Haber dediğimiz şey sadece istatistik değildir; ölümler, çatışmalar, savaşlarla yok olan hayatlar hiç değildir...
10 yıl önce Afganistan’a gittiğimde 26 yıl süren bir savaşın izleri NATO’ya rağmen hâlâ duruyordu; Bir devleti devlet yapan kurumlardan eser kalmamıştı. Hükümet yok, ordu yok, polis yok, yargı yok, tesis yok... Hepsi yakılıp yıkılmıştı.
Kurşun delikleriyle dolu, yıkık irili ufaklı binaları, delik deşik bozuk tozlu yolları, yoksun, yoksul görüntüsüyle asıl sarsıntıyı Afganlı çocuklarla yaşamıştım...
NATO’ya bağlı ülkelerin, uluslararası kuruluşların, elçiliklerin önünde, arkasında labirent şeklinde dizilmiş içi taş dolu demir çubuklarla çevrili barikatları kendilerine oyun alanı; yabancı ülkelerin bayraklarıyla, “UN” (BM) yazılı landrover’lar, cipler ve makam arabalarını ise kendilerine “oyuncak” yapmışlardı...
Çocukların ‘oyunu’ da büyükler gibi savaş olursa o ülke bir daha hiç iyileşemez…
1990’lı yıllarda Kürt sorununu şiddetle çözmeye çalıştığımız içindir ki; benzer görüntüler ve benzer çocuklar 1990’lı yıllarda Doğu ve Güneydoğu’da da vardı.
Ülkenin geleceği
Medya bir iç çatışmanın ya da savaşın ortasına düşmüş ölen çocukları belki ama gözümüzün önünde yitip giden çocukları hiç dikkate almadı. Oysa bir ülkenin geleceğini belirleyen siyaset ise, o geleceği inşa edecek olan da
Türkiye’de gerek siyaset gerekse medya; her on yılda bir gerçekleşen darbelere rağmen hiç bir zaman uzlaşmacı bir kimliğe sahip olmadı. Bu ülkeyi kâbusa çeviren acı deneyimleri iyileştirici tecrübelere dönüştüremedi... Toplumu kutuplaştıran ve geren baskıcı uygulamalardan fayda sağlanamayacağını, halkın barış ve huzur içinde yaşaması için sorumlu davranması gerektiğini öğrenemedi. Aksine siyaset ve medya daima çatışmacı ortamlardan beslendi, sokaktaki vatandaşı da linç kültüründen...
Yıllar önce nefretle, öfkeyle, kinle hedef göstererek atılan manşetlerin sonuçlarını hep birlikte yaşadık... O manşetler hepimizi vurdu... Fakat görünen o ki; yine aynı oyunlar, benzer manşetlerle sürdürülüyor. Sonuçta ‘tarihin tekeri döner döner aynı yerde durur’ misali yine başa döndük.
Son dönemde özellikle Doğu ve Güneydoğu’da yaşanan çatışmacı ortamı fırsat bilip linç kültürüyle beslenerek yolunu bulmaya çalışanlar, şiddeti onaylayanlar ve bu şiddetin bir parçası olanlar bazı siyasetçileri ve gazetecileri ve hatta vatandaşı hedef göstermekle kalmadı bir gazete binasına da taşlarla sopalarla saldırdılar...
TESK’in afişi
Terör saldırılarının esnafa yönelmesi üzerine TESK “hepimiz