Ünlü sosyolog C. Wright Mills, toplumsal değişim süreçlerine, örgütler, sınıflar, toplumsal katmanlar temelinde yaklaştığı, elit (seçkin) kavramı temelinde yaklaşır.
Mills’e göre, toplumsal değişimin taşıyıcı unsurları elitler ve elitler arası ilişkilerdir.
Elitler, “yaratıcı elit” (innovative elit) ve “tutucu elit” (consolidated elite) olabilirler.
“Yaratıcı elitler”, ürettikleri kurumlar, değerler ve süreçlerle, toplumsal değişime ön ayak olurken, “tutucu elitler”se değişime karşı var olanı korumaya çalışırlar.
Toplumsal değişim süreci içinde, yeni yaratıcı elitler de doğabilir. Ya da var olan yaratıcı elitler tutucu elitlere dönüşebilirler.
Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne yaşadığımız değişim süreci, “yaratıcı elit” perspektifinden okunabilir.
2000’den bugüne yaşadığımız değişim ve dönüşüm sürecinde de, AK Parti ve Anadolu sermayesinden çıkan orta sınıflar, “yaratıcı elit” konumunda oldular.
Cumhurbaşkanı Gül’ü dikkatle dinlemeliyiz: “İmaj için on yıl uğraşırsınız, bir haftada yıkarsınız”.
Gezi Parkı protestosu başından itibaren kötü yönetildi.
Sonuç: İçeride, “toplumsal bölünme” riskinin artması, dışarıya karşı da, “içe kapanma”. Ve, böylece, Türkiye’nin “model ülke olma” niteliğini/algısını/imajını kaybetmesi.
Son 10 yıldır Türkiye, küresel görünürlüğü her gün biraz daha artan ve aktif dış politikasıyla “bölgesel güç-küresel aktör” niteliği kazanan bir ülke oldu.
Türkiye’nin, ekonomik dinamizmi ve yeni girişimci orta sınıfları; laik anayasal rejimi ve modernitesi; çoğunluğu Müslüman toplumsal yapısı içinde İslam-demokrasi birlikteliğini sergileyen AK Parti deneyimi, bölgesel ve küresel ölçekte, “model ülke” algısını yarattı.
11 Eylül terörü, Arap Baharı ve küresel ekonomik kriz, Türkiye’nin model ülke algısını güçlendirdi.
Ben, Gezi Parkı protestosunun, bu algıyı daha da güçlendirici nitelikte olduğunu düşünüyorum.
İki soruyla başlayalım. Birinci soru; acaba çözüm süreci başarıyla devam etmeseydi, Gezi Parkı protestosu olabilir miydi?
Benim yanıtım, net bir “Hayır”.
Çünkü, ülkenin bir yanında PKK ile düşük yoğunluklu savaş varken, ölümler ve cenazeler her gün yaşanırken, Gezi Parkı gerçekleşemezdi
Son üç aydır fiili olarak yaşanan çözüm sürecinde, şiddet dışı, ölümün ve cenazenin olmadığı her geçen gün, barış dili güçlendi.
Çözüm süreci, Gezi Parkı’yla birebir ilişkili olmamakla birlikte, yaşadıklarımızın “tarihsel bağlamını” oluşturuyor.
İkinci soru; acaba vesayet rejimi çok zayıflamasaydı, Gezi Parkı protestosu olabilir miydi?
Yanıtım yine, net bir “Hayır”.
Büyük endişe içindeydim. Gezi Parkı’na müdahale yavaş yavaş geliyor diye düşünüyordum.
Müdahalenin sonucu çok vahim olabilir diye korkuyordum.
11 Haziran akşamı endişelerim korkuya dönüştü.
Türkiye siyasi tarihinin yavaş yavaş gelen, çok üzücü ve kanlı sonuçları olmuş müdahaleler, saldırılar ve suikastlarla dolu olduğunu biliyordum.
Hala endişelerim var.
Ama, son iki gündür yaşadığımız olumlu gelişmeler beni ihtiyatlı bir iyimserliğe itti.
Başbakan’ın eleştirdiği ve kendisini eleştiren sanatçıları, Taksim Platformu üyelerini, akademisyenleri ve sivil toplum üyelerini dinlemesi önemliydi.
Gezi Parkı protestosu, Türkiye’de demokrasinin, birlikte yaşama kültürünün ve toplumsal güvenin güçlenmesine çok önemli katkılar verdi.
Gençler, farklılıkları içinde birlikte oldular.
Toplumsal kutuplaşmadan nasıl çıkılacağını gösterdiler.
Kültürel ve kimliksel farklılığın bir sorun değil, aksine bir zenginlik olabileceğini ortaya koydular.
Protestolarıyla ve eleştirileriyle, yaratıcılığı sergilediler.
Yeni bir siyaset anlayışını ve pratiğini yaşama geçirdiler.
Son dönemde yaşadığımız “Çözüm Süreci”yle, Türkiye konuşmaya başladı.
Gençler, Gezi Parkı’nı bir karnavala dönüştürmüş durumda.
Gezi Parkı’na giderek, yeni bir dili, yeni bir siyaset anlayışını içeren bir karnavalı yaşıyorsunuz.
Park’ta eşimle yürüyoruz.
Karnavalın içinde sanat var, müze var, mizah var, yaratıcılık var, birliktelik var, işbirliği var.
Gezi Parkı bir sanat eserine dönüşmüş durumda.
Gençler, yaratıcılıklarıyla, ahlaki benlik konumlarıyla, birlikte hareket ederek, tüm Türkiye’ye, başta siyasetçilere ve yöneticilere çok önemli bir ders veriyorlar.
Türkiye’nin dönüşümünü yeni bir aşamaya getiriyorlar:
Gezi Parkı protestosu, ağırlıklı olarak gençlerin götürdüğü bir toplumsal eylem oldu.
Bugün yirmili yaşlarındaki gençler...
Polisin uyguladığı ve ahlaki ve hukuki boyutlarda, kabul edilemez şiddete maruz kalan gençler...
Yaşamını yitirmiş, gözünü kaybetmiş, tüm bedenleri ve ciğerleri biber gazıyla yıkanmış gençler...
Polis tarafından biber gazıyla yıkanırken, kaçmayan genç kadın, yerde oturma eylemini sürdüren genç erkek...
Yaşanan olaylardan sonra Gezi Parkı’nı temizleyen gençler...
Kol kola girerek Gezi Parkını korumaya çalışan, Galatasaraylı, Fenerli, Beşiktaşlı gençler...
Siyaset, bir anlamda da, değişimi doğru okumak ve ona göre söylem ve vizyon geliştirmektir.
Değişimi doğru okuyanlar, siyasette başarılı olurken, okuyamayanlar için sonuç bunun tersidir.
Dünyadaki örnekleri gibi, Türkiye siyasi tarihi de, bu saptamayı doğrulayacak örneklerle doludur.
AK Parti’nin, 2002’den bugüne kadar oylarını ve toplumal desteğini arttırarak Türkiye’yi güçlü çoğunluk hükümeti, hatta egemen parti olarak yönetmesi de, siyaset-değişim ilişkisini doğru okumanın en açıklayıcı örneklerinden biri olmuştur.
AK Parti, dünyada ve Türkiye’de yaşanan değişim ve dönüşümü doğru okuduğu ve bu temelde söylem ve vizyon geliştirdiği için başarılı oldu.
Muhalefet partilerinin başarısızlığı da, değişim ve dönüşümün gerisinde kalmaları nedeniyle oluştu.
Bugün, Gezi Parkı protestolarından başlayarak toplumsal tepki hareketine dönüşmüş bir süreci yaşıyoruz. Süreç 9. gününe girdi. Tüm Türkiye’ye yayılıyor.