Mursi’ye ve Müslüman Kardeşler’e karşı yapılan darbe, Arap Baharı sürecini yaşayan Mısır’ı çok kritik bir eşiğe getirdi.
Zaten kutuplaşmış Mısır, tümüyle ikiye bölündü. “Darbe yoluyla Mursi’nin gitmesini destekleyen Mısır” ile “Mursi ve Müslüman Kardeşler’i destekleyen Mısır” olarak cepheleşti.
Darbe, Mısır’ı, çok büyük bir risk ve belirsizlik sürecine savurdu.
Peki, darbe sonrası Mısır’ı ne bekliyor?
Mısır, üç olasılıkla yüz yüze: Ya kutuplaşma ve cepheleşme derinleşerek iç çatışmaya doğru gidecek; ya hızla seçime gidilerek, tekrardan sivil yönetime dönülecek ya da darbe rejimi, ilk iki olasılığın risklerini göğüsleyemeyeceğini düşünerek, kurulacak teknokrat hükümet yönetimini zamana yayarak uzatacak.
İlk olasılık hiç istenmeyen bir olasılık. Bölgesel güç ve kilit ülke konumunda olan Mısır’da iç savaş, sadece ülke içinde büyük bir insan trajedisi ve istikrarsızlık yaratmakla kalmayıp, tüm Arap Baharı coğrafyasını çok olumsuz etkileyecektir. İç ya da dış, hiçbir aktör, iç çatışma olasılığını istemez, göze alamaz. Ama, dünya pratiklerinden biliyoruz ki, darbeler istikrar değil, aksine büyük istikrarsızlık, hatta çatışmalar yaratıyorlar.
İkinci olasılık, kısa bir süre
Korumaya gerek duymadan ve kendine güvenli bir ifadeyle kalabalıklara sesleniyordu Cumhurbaşkanı Mursi, bir yıl önce, hem de Tahrir Meydanı’nda.
Seçim kazanmıştı. Demokratik seçimlerle başa gelen ilk Mısır Cumhurbaşkanı’ydı.
Mısır’da Arap Baharı başlıyordu.
Bir yıl sonra, Tahrir Meydanı’nı yine kalabalıklar doldurmuştu. Bu sefer, Mursi’nin istifası isteniyordu. Muhalefet ve kalabalıklar “Orduyu göreve çağırıyor”du. Mursi’nin istifası için toplanan imza sayısı yirmi milyonu aşmıştı. Bu sayı, eski Cumhurbaşkanı Mübarek’e karşı toplanan imza sayısının yaklaşık iki katıydı.
Mısır’da darbe süreci başlıyordu.
Mursi, bir yıl evvel güvenle konuştuğu Tahrir Meydanı’nı, bu sefer, kendi sonunun başladığı yer olarak seyrediyordu.
Ve, öyle de oldu.
Çözüm süreci devam ediyor ve başarı şansı hala çok yüksek.
Çözüm süreci, her şeyden önce bir “devlet projesi”. Türkiye ile Kürtler arasında, içeride barış, dışarıda işbirliğine dayanan; “demokrasi, ekonomi ve güvenlik boyutları” ve ulusal, bölgesel, küresel ayakları olan bir işbirliği projesi.
Birlikte güçlenmeyi amaçlayan bir proje.
Bu projeyi götüren aktörlerin başarı için iradeleri ve istekleri hala güçlü.
En önemlisi de, çatışmanın, ölümün, cenazelerin olmadığı ortam devam ediyor.
Toplum da sürece destek veriyor.
Bununla birlikte, sürecin giderek provokasyonlara ve risklere açık ve kırılgan olmaya başladığını görmeliyiz.
Türkiye’nin yeni ve demokratik anayasa gereksinimi yıllardır seslendiriliyor.
İçindeki maddeler ne kadar değiştirilirse değiştirilsin, 1982 Anayasası, otoriter ve baskıcı ruhuyla, Türkiye’ye dar geliyor.
Demokratikleşmenin ve birlikte yaşamanın önünü kapatıyor.
Yeni anayasa süreci
12 Eylül 2010 Anayasa Değişiklik Paketi Referandumu’yla birlikte, yeni anayasa süreci bir şekilde başlamış oldu.
Referandumda “Evet” diyenler de, “Hayır” diyenler de, ortak nokta olarak, yeni anayasa gerekliliğini seslendirdiler.
Bu hafta, 28 Mayıs Salı günü, Ankara’da, yeni anayasa çalışmalarıyla ilgili, CHP’den, Adnan Keskin, Sezgin Tanrıkulu, MHP’den Oktay Öztürk, BDP’den Altan Tan, Hasip Kaplan ve Meclis Başkanı Cemil Çiçek ile görüşme imkanım oldu.
Bu görüşmeleri, 97 sivil toplum kuruluşundan oluşan “Anayasa Denge ve Denetleme Ağı İzleme Grubu” olarak yaptık.
Sağolsunlar, vakit ayırdılar, uzun ve verimli görüşmeler gerçekleştirdik.
Yakın zamanda da, AK Parti üst yöneticileriyle yeni anayasayla ilgili görüşeceğim.
29 Mayıs Çarşamba günüyse, Başbakan Tayyip Erdoğan başkanlığında Çözüm Süreci’yle ilgili, son Akil İnsanlar Komisyonu toplantısına katıldım. Dört saat süren toplantıda, yedi bölge raporlarını sundu, sonra da Başbakan’ın konuşmasını dinledik.
Yeni ve demokratik anayasa yapım sürecinde, 1 Temmuz günü, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun görev süresi bitiyor.
Konuştuğum parti üyelerinin tümü, komisyon üyeleri ve Meclis Başkanı, Türkiye’nin yeni bir anayasaya gereksinim içinde olduğunu kabul ediyorlar.
Başbakan’ın başkanlığında son Akil İnsanlar Komisyonu toplantısını yaptık.
İlk toplantı 4 Nisan günü yapılmıştı. Bu son toplantı, 26 Haziran’da yapıldı.
İlk toplantıda heyecan, belirsizlik ve biraz da endişe vardı.
Bugünse çözüm sürecinin başarılı olduğu ortak düşüncesi ve barış için umut var.
Toplantı boyunca yedi bölgenin hazırladığı raporlar dinlendi.
Raporların ortak noktası, ölümsüz, tabutsuz, acısız geçen her günün çözüm sürecinde başarının anahtarı olduğuydu.
Ölümsüz geçen bu süreçte, Türkiye’nin her tarafında çözüm ve barış için umutlar artmış, hatta çok yükselmiş durumda.
Taner Akçam, Taraf gazetesinde (24 Haziran), özellikle Başbakan Erdoğan’ın dikkatle okuması gereken ilginç ve önemli bir yazı yazdı.
Yazının başlığı, “Lyndon Johnson ve Tayyip Erdoğan”.
Yazısında Akçam, Amerikan başkanlarından Johnson’un, Siyaset Bilimi çalışmalarında da önemli bir örnek olay olmuş, iktidarını en güçlü anında kaybetmeye başladığı “6 Ağustos 1965 Watts Ayaklanmaları”nı anlatıyor.
Los Angeles’ta, ırk ayrımına karşı Siyahlar tarafından başlatılan ayaklanmalar, 11 gün sürüyor, 34 kişi ölüyor, 1032 kişi yaralanıyor, 3438 kişi tutuklanıyor.
Watts ayaklanmalarını önemli kılansa şu; ayaklanmaların Siyah-Beyaz eşitliğine karşı en fazla çalışmış Başkan Johnson döneminde, hem de onun eşit oy hakkı için önemli başarılar elde ettiği bir zamanda olması.
Oy Hakkı Kanunu başarısını kazanmış Başkan Johnson, birdenbire karşısında, Siyah-Beyaz eşitliği temelinde yapılan bir mücadele görüyor.
Irkçılığın çok güçlü olduğu Güney’de, ırkçılığa karşı başarılı bir mücadele vermiş Johnson, metropol kent Los Angeles’ta başlayan bu eşitlik mücadelesini anlayamıyor.
Gezi Parkı protestosu, Türkiye demokrasisi ve modernleşmesi için önemli bir katma değer yarattı.
Toplumsal birlikteliği;
Aktif katılımcı vatandaşlığı;
Türkiye’nin yaratıcı dinamizmini;
Yeni kentli yaratıcı ve katılımcı kültürel kimliği;
Onur siyasetini ve,
Çoğulcu toplumsal yaşam talebini seslendirdi.