Suriye krizi, Mısır darbesi. Irak merkezi hükümetiyle soğuk ilişkiler. İsrail’le ilerleyemeyen normalleşme süreci. İsrail ve Suriye’den sonra, şimdi de Mısır’da, Türkiye büyükelçisinin olmaması.
Tüm bu gelişmeler şu görüntüyü ortaya çıkartıyor: Türkiye, aktif dış politikasının en önemli coğrafyasında, Ortadoğu’da yalnızlaşıyor; gelişmelere müdahale edecek manevra alanını kaybediyor.
Bu görüntüsü yanlış değil. Türkiye’nin Ortadoğu’da ve Arap baharında yalnızlaştığı ve manevra alanını kaybetmiş olduğu, yurtdışı ve yurtiçi tartışmalarda sıklıkla dillendiriliyor. Başbakan başdanışmanlarından İbrahim Kalın’dan bile, Türkiye’nin yalnızlaştığını, ama bu yalnızlığın, ahlaki düzeyde “değerli” olduğunu okuyoruz.
Ama, Ankara duyumlarım ve gözlemlerim bana şu soruyu da sorduruyor: Türkiye’nin yalnızlaştığı görüntüsü, tek başına, Türkiye dış politikasının, daha doğrusu, Başbakan Erdoğan’ın Mısır darbesine dönük stratejisini açıklıyor mu?
Tam değil.
Benim görebildiğim kadarıyla, bu yalnızlık görüntüsünün altında, Başbakan’ın, darbenin esas ve açık destekçisi Suudi Arabistan’la giriştiği sert diplomasiye dayalı ciddi mücadele var.
Mısır darbesinin arkasındaki esas aktör Suudi
3 Temmuz Mısır darbesinden sonra korkulan oldu. Darbecilerin Müslüman Kardeşler’e ve Mursi taraftarlarına karşı saldırılarının sonuncusunda, 650-1200 arasında silahsız sivil canlarını kaybetti, 4000-5000 arasındaki kişi yaralandı.
The Independent’tan Robert Fisk, “Kahire Katliamı” adlı makalesinde (14 Ağustos), Mısır’da darbecilerin asıl öldürdüğünün, “Mısır’ın Arap ulusunun sonsuza kadar annesi olduğu düşüncesi... Mısır’ın kendi insanlarının tümünü kendi çocukları olarak gördüğü milliyetçi ülküsü” olduğunu söylüyor. Haklı da.
Artık, bir ulus olarak Mısır düşüncesi yok; yerine iki topluluğa, iki meydana, iki zıt siyasi cepheye bölünmüş bir Mısır var.
Zaten zayıf olan demokrasinin şiddet tarafında öldürüldüğü bir Mısır var.
Sandığa, seçimlere güvenin sıfırlandığı bir Mısır var.
Darbe yoluyla demokrasi geleceği düşünülen Mısır, bugün bölünmüş, kutuplaşmış ve hızla iç savaş riskine savrulan bir ülke.
Darbeciler, sadece masumları değil, Mısır’ı da öldürdüler.
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler’de “ağ” metaforu iki anlamda kullanılır.
Birincisi, ülkeler arası ilişkilerde, iletişim ve bilişim teknolojilerindeki gelişmelerle, coğrafi mesafeler kısalırken, karşılıklı bağımlılığın yaygınlaşması ve derinleşmesi sürecini açıklamak için “ağ” metaforu kullanılır. “Ağ toplumu” kavramı, devletler, ekonomiler, kültürler, sivil toplum aktörleri, hatta bireyler arası ilişkilerin artık bir “network” görüntüsü verdiğini söyler.
İkincisiyse, birinciye benzer olarak, ilişkilerdeki yaygınlaşma, derinleşme ve hızlanmayı simgeler, ama bu sefer, ağ metaforu, “network”e değil, “örümcek ağı”na gönderim yapar. Örümcek, ağını örer ve avını bekler. Av ağa değdiği an, artık iş işten geçmiştir. Ağın neresine değildiğinin önemi yoktur. Ağın herhangi bir yerinde olan titreşim diğer yerlere hızla yayılır, oralarda kendisini hissettirir. Avın kurtulma şansı yoktur. Örümcek, avını görmez. Ama avın çırpınırken yarattığı titreşimleri hemen kavrar, hızla saldırır ve avını yakalar. Örümcek ağı, yaygınlaşma, derinleşme ve hız temelli bir sistemdir.
Küreselleşmenin, uluslararası ilişkilerde, dünyayı bir “örümcek ağı”na dönüştürdüğü önerisini sıklıkla duyarız.
Başbakan başdanışmanlarından Yalçın Akdoğan, Star gazetesinde, 6 Ağustos tarihli Ergenekon Davası kararları üzerine yazdığı “Türkiye hukuki hesaplaşmayı başardı” adlı yazısında, şu saptamalarda bulunuyordu:
“Ergenekon Davası, Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuki hesaplaşmasının adıdır... Ergenekon Davası’yla sadece bir zihniyettten hesap sorulmuyor, aynı zamanda bu anlayış yargı yoluyla tasfiye ediliyor...Ergenekon davası Türk demokrasisinin geleceği açısından çok önemli bir karardır...”
Başdanışman Akdoğan’ın, içeriği ve önemi ne olursa olsun, bir davanın sonuçlarını, “hesaplaşma... hesap sorma... tasfiye etmek”, vb nitelemelerle değerlendirmesi ne kadar doğru ve yararlıdır? Ciddi şüphelerim var. Ama, bu başka bir yazının konusu.
Daha önemli soruysa şu: Acaba Başbakan Sayın Erdoğan, Akdoğan gibi mi düşünüyor, verilen kararlara böyle net düşüncelerle mi yaklaşıyor?
Zannetmiyorum. Aksine, Başbakan’ın Ergenekon Davası kararlarından rahatsız, hatta çok rahatsız olduğunu düşünüyorum.
Bu kararlar üzerine yurtdışında ve içinde yazılanları ve yapılan yorumları okuyorum, dinliyorum: Ergenekon Davası çok önemli görülüyor. Fakat, bugün geldiğimiz noktada, dava sürecinin ve
Balyoz Davası “darbeye eksik teşebbüs”, Ergenekon Davası’ysa “darbeye teşebbüs” eylemlerini içeriyordu.
Önce Balyoz, sonra, 5 Ağustos’ta, Ergenekon’la ilgili mahkeme kararını verdi; teşebbüs eylemlerini cezalandırdı.
Mahkemeden çok ağır cezalar çıktı.
Darbe teşebbüsünden, milletvekilleri, rektörler, gazeteciler, askerler müebbet hapis ve uzun yılları içeren cezalar aldılar. Dahası, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, hükümete karşı kara propaganda yapan internet sitelerinin kurulma emrini vermeye bağlı olarak “Terör örgütü yöneticisi” olmaktan müebbet hapisle cezalandırıldı.
Daha sırada yargılanan darbeler var.
28 Şubat 1997 Darbesi “Postmodern Darbe” olarak siyaset bilimi alanında dünya literatürüne geçti.
27 Nisan 2007 Muhtırası da (Darbesi) “E-Darbe” olarak literatüre geçme potansiyeli taşıyor. AK Parti hükümeti 27 Nisan’ı darbe olarak görmüyor. Bakalım, yargı görecek mi?
15 Mart 2013’te, Dicle Üniversitesi’nde, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu “Büyük Restorasyon: Kadim’den Küreselleşmeye Yeni Siyaset Anlayışımız” başlıklı önemli bir konuşma yapmıştı.
Davutoğlu konuşmasında, “tarihdaş ve kültürdaş olan” Türkiye ve Kürtler arasında işbirliği ve birlikte hareket etme zamanının geldiğini vurguluyordu.
Büyük restorasyon ya da yeni siyaset anlayışı; Türkiye ile (Kuzey Irak ve Suriye’yi de içeren) Kürtler arasındaki ekonomi, enerji, güvenlik alanlarında “karşılıklı bağımlılık ilişkisi”ne dayalı işbirliği anlamına geliyordu.
Davutoğlu’nun konuşması, çözüm sürecinin niye ortaya çıktığının ipuçlarını da veriyordu.
3 Nisan 2013’te, Financial Times’ta, David Gardner, “Türkosfer” kavramını kullandığı ilginç yazısında benzer bir saptamada bulunuyordu: Çözüm süreciyle birlikte, “Türkiye, Irak ve Suriye Kürtleri arasında, ekonomik kalkınma ve enerji alanlarında ciddi bir işbirliği gelişebilir... Ayrı bir devlet isteyen Pan Kürdizm yerine, zengin bir ‘Türkosfer’ coğrafyası ortaya çıkabilir”. Ve ekliyordu, “...bu gelişme, Ortadoğu’daki dengeleri değiştirebilecek ve Tahran-Bağdat-Şam Şii güç eksenine alternatif olacak, güçlü bir ittifakı da ortaya
Yaklaşık beş ay önce, 21 Mart’ta, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Foreign Policy dergisinde, “Yeni Dönemde Sıfır Sorun” başlıklı önemli bir makale yayımlamıştı.
Bu makalesinde, Davutoğlu, özellikle de Arap Baharı temelinde değişen bölgesel ve küresel koşullar içinde, Türkiye dış politikasını değerlendiriyor ve “yapıcı, sorunların çözümüne katkı verici, barışçı ve çok-boyutlu” aktif dış politikanın “geçerli ve gerekli” olduğunu öneriyordu.
Arap Baharı, Tunus’la başlayan, Mısır’la devam eden, Libya’da sıkıntıya giren ve Suriye kriziyle tıkanan bir dönüşüm süreci.
Bu süreç, tüm sıkıntılara ve krizlere rağmen devam edecek. Bu, doğru.
Ama, bugün, Suriye krizinden sonra, askeri darbeyle büyük bir istikrarsızlığa savrulan Mısır’la kritik bir eşiğe gelmiş bir süreç de.
Arap Baharı nasıl hızla Tunus’tan Mısır’a şıçradıysa, bugün de Mısır’da yaşanan istikrarsızlık hızla Tunus’a şıçrayacak gözüküyor. Tunus’ta kriz olasılığı hızla artıyor.
Irak’ta iç savaş riski var.
Adalet ve vicdan olmadan bir toplum “iyi” yönetilebilir mi?
Adalet ve vicdan olmadan, etkinlik ve verimlilik sağlanabilir mi?
En uç noktadan başlayalım.
Her darbe yapan general, darbeyi, devletin ve ülkenin güvenliği ve yönetimin istikrarı için yaptığını söyler.
Sonuç, büyük bir güvensizlik ve istikrarsızlıktır.
Adaletsizliktir, vicdansızlıktır.
İnsanların öldürülmesi, işkence odaları ve hapishanelerdir.