Geçen cumartesi (14 Eylül), Türkiye’nin kutuplaşması üzerine çıkan yazımda, ODTÜ’de yaşanan olayla başlayan “başörtüsü-cemaat” tartışmasına gönderimle şöyle demiştim: “Ben, ODTÜ’lüyüm. Hala ODTÜ kimliğim ağır basar. Ama, ODTÜ’de, başörtülü kızlara yapılanları kabul edemiyorum. Hiçbir gerekçe, yapılanları açıklayamaz. Buna karşın, ODTÜ’nün faşist olduğu saptaması da doğru değil. Tek bir ODTÜ yok; ne dün, ne bugün.”
ODTÜ’lü emekli ya da çalışan profesörlerden bir sürü eleştiriler aldım. ODTÜ’lülüğümü sorgulayan, hatta “Fuat Keyman zaten çözüm sürecine Akil İnsan olarak katkı vermemiş miydi” türü akıl yürüten.
ODTÜ’lü olmak önemlidir. Hatta, özeldir ve farklıdır da.
Ben 1980 askeri darbesi öncesi ve sonrası ODTÜ’de okudum.
Asistan olarak ODTÜ’de çalıştım.
Arkadaşlarımın, genç yaşlarında öldürülüşlerini, hapse düşmelerini, işkence görmelerini yaşadım.
Hocalarımın askeri darbenin kurdurttuğu YÖK tarafından işten atılışlarına şahit oldum.
Ünlü edebiyatçı Amin Maalouf’un çok beğendiğim çalışmalarından biri de, Türkçeye “Çivisi Çıkmış Dünya” olarak çevrilen kitabıdır.
Maalouf, bu kitabında, 11 Eylül-sonrası savaşa, işgale, ötekileştirmeye savrulmuş dünyayı, “çivisi çıkmış bir dünya” olarak niteler.
Çivisi çıkmış dünya, dogmanın aklı; yalan söylemenin ve çamur atmanın tartışmayı; ötekileştirmenin birlikte yaşamayı ve “dost-düşman ilişkisi” olarak siyasetin “iyi ve adaletli toplum yönetimi olarak” siyaseti esir aldığı bir dünyadır.
Çivisi çıkmış dünyada; kutuplaşma, cepheleşme, farklı olanı dışlama, karalama, vicdansızlık, acı ve üzüntü vardır; insan olma yerini kimlikçiliğe ve taraftarlığa bırakır; ölümlere üzülmede bile “biz-onlar karşıtlığı” yapılır.
11 Eylül-sonrası dönemde, neo-muhafazar güvenlikçi-çıkarcı ideolojinin ve aktörlerin, nasıl dünyanın çivilerini çıkardığını ve tüm dünyayı felakete sürüklediğini gördük, yaşadık.
2013 yılına çok umutlu başlamıştık.
2013 yılı, “Çözüm” yılı, “Yeni Anayasa” yılı, “Türkiye-AB ilişkilerinin yeniden canlandırılması” yılı olacaktı.
Suriye’ye olası bir askeri müdahale, geçen hafta gerçekleşen G20 toplantısını esir aldı. G20’de ekonomi değil, Suriye’ye askeri müdahale konuşuldu. Ortak bir karar çıkmadı. Ülkeler bölündüler. Askeri müdahale yanlısı ABD, İngiltere, Fransa, Türkiye, biraz yalnız kaldılar. Genel eğilim, Esad rejimini kınamak, ama askeri müdahaleye, içerdiği riskler gerekçesiyle, soğuk bakmaktı.
Peki, ya AB?
AB, Suriye’ye askeri müdahale konusunda ne düşünüyor? Türkiye’yle ilişkilerini nasıl görüyor? Brüksel’de, uzman dostlarla bu iki soruyu konuştum.
Biliyoruz: Ankara, Türkiye-AB ilişkilerini dondurmuş ve rafa kaldırmış durumda. AK Parti hükümeti, AB’yi tümüyle unuttu; sanki Türkiye’nin AB ile bir ilişkisi yok gibi hareket ediyor.
Başbakan Erdoğan’ın, AB Bakanı ve Baş Müzakereci Bağış’ın, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun söylemlerinde ve gündemlerinde, Türkiye-AB bütünleşme süreci ve AB tam üyelik müzakereleri yer almıyor. Aynı durum Brüksel için de geçerli mi? AB de Türkiye’yi unuttu mu?
İlk önce Suriye’den başlayalım.
Dünyada ve Türkiye’de bu soru üzerinde, ciddi ama kutuplaşmaya giden bir tartışma var.
Maalesef, her zamanki gibi, dünyadaki tartışmalar, belli istisnalar hariç, Türkiye’dekinden daha seviyeli ve içerikli yapılıyor.
Türkiye’deki vahim boyutlara varan kutuplaşma ve ideolojik bakış, Mısır darbesinden sonra, Suriye’ye askeri müdahale sorusuna da yansımış durumda.
Rahmetli Uğur Mumcu’nun o önemli saptaması bir kere daha doğrulanıyor: “Herkesin fikri var ama bilgisi yok”.
Bilgi içermeyen ideolojik görüşler arası ve “savaş destekçiliği-savaş karşıtlığına indirgenmiş” bir Suriye tartışması, yazılı ve görsel medyada ve düşünce kuruluşları raporları yoluyla yapılıyor.
Hem de Suriye’ye askeri müdahalenin en riskli ülkesi Türkiye’yken.
O nedenle, dünyadaki tartışmalara bakmakta yarar var.
Suriye’ye askeri müdahale konusunda Türkiye ciddi bir ikilem içinde.
Bir taraftan, Türkiye, Esad rejimine yönelik tüm eleştirilerinde haklı çıktı. Esad rejimi, kendi halkına karşı, ölümler, işkenceler, yok etmeler, göçe zorlamalar v.b kabul edilemez saldırılarda bulunarak, ülkesinde büyük bir insan trajedisi yarattı. Bu vahşet kimyasal silah kullanmaya kadar gitti.
Bugün, Türkiye’nin Suriye politikasının, ahlaki, norm ve uzun dönemli siyasi düzeylerde haklı olduğu, Batı ve çok sayıda ülke tarafından kabul ediliyor.
Ama, diğer taraftan da Türkiye, Suriye konusunda bugüne kadar en fazla zarar gören ülke konumunda. Her geçen gün de, daha da fazla zarar görme riski içinde.
Cumhuriyet tarihinin en büyük terör eylemi Reyhanlı’da yaşandı. Elli üç masum insan katledildi, yüzlercesi yaralandı.
Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin sayısı 500.000’e yaklaştı. Bu sayı hızla yükselecek.
Suriye sınırında yaşayan vatandaşlarımız ölüyor, ölüm riski ve korkusu altında yaşıyorlar.
Suriye’ye olası askeri müdahaleyi, sadece Türkiye gözlüğüyle değil, küresel ölçekteki tartışmalardan okumakta yarar var.
Dünya nasıl tartışıyor Suriye’ye askeri müdahaleyi? Hızlı bir tarama üç sonucu ortaya çıkıyor:
Bir, Suriye’ye askeri müdahale olacaksa, bu müdahale, “haklı insani müdahale” biçiminde olacak. Esad yönetimi, uluslararası normlar temelinde, halkına kimyasal silah kullandığı için cezalandırılacak.
İki, bu cezalandırma, Kosova benzeri olmayacak, Esad rejiminin bitmesini amaçlamayacak, sadece, Esad’ı kimyasal silah kullanma temelinde “caydırıcı cezalandırmayı” amaçlayacak.
Üç ve esas ilginç olan, bugün geldiğimiz noktada, Esad rejimine karşı, haklı insani müdahale ve caydırıcı cezalandırma niteliğinde bir askeri müdahalenin bile olasılığı her geçen gün azalıyor.
Suriye’ye askeri müdahale olmayacak noktasına gidiliyor. Ya da şöyle diyebiliriz: Suriye’ye askeri müdahale olsa bile, bu, Esad yönetimi ile muhalifler arasındaki “güç dengesi”ni çok değiştirmeyecek kısa süreli bir füze saldırısı biçiminde olacak.
Esad çok güç kaybetmeden cezalandırılmış olacak. Suriye’de rejim değişikliği istenmiyor. Rejim karşıtı güçlere güvenmeme sorunu sürüyor. Dünyada
Mısır’da darbe, Suriye’ye askeri müdahale. Çok ciddi ve riskli iki gelişmeyle karşı karşıyayız.
Mısır’da ahlaki ve siyasi olarak kabul edilemez bir darbe oldu. Darbe sonrası ölen sivil halkın sayısı üç bine vardı. Mısır, iki karşıt kutup/cepheye bölündü, iç savaş riskine savruldu.
Mısır’da iç savaş olasılığını engelleme ve sivil yönetime dönme, ancak, hızla seçimlere gitmek için yapılacak “müzakere süreci”yle mümkün olacak. Mısır’da, ölümlerin bitmesi ve müzakere sürecinin başlaması gerekiyor.
Suriye’de, Esad rejimi, kendi halkına karşı kimyasal silahla saldırıda bulundu. Binden fazla masum insanı katletti. Amerika ve Batı için ve uluslararası hukuka göre, kimyasal silah kullanımı, Suriye’ye askeri müdahaleyi “haklı” konuma getiriyor. Suriye’ye, insani temelde “haklı askeri müdahale” artık masada.
Mısır’da müzakere sürecine dönüş olasılığı, Suriye’ye askeri müdahale olasılığı: Tüm Arap Baharı sürecini ve Ortadoğu denklemini değiştirecek ve Türkiye’yi de bugünden daha fazla etkileyecek iki çok önemli gelişme. Türkiye’nin önemli rol oynayabileceği gelişmeler.
Türkiye ve uluslararası toplum
Dün gözyaşlarımızı durduramadık. Mısır’da katledilen 17 yaşındaki Esma (El Biltaci).
Eskişehir’de, sopalarla linç edilen, 19 yaşındaki Ali (İsmail Korkmaz).
İkisi de gencecik.
Biri, Mısır darbesine karşı Adeviyye Meydanı’nda sivil protestosunu yaparken vicdansızların kurşunlarıyla öldürüldü. Diğeri, Eskişehir’de bir sokakta, pusuya düşürülerek, vicdansızların sopalarıyla ve tekmeleriyle linç edilerek öldürüldü.
Dün gazetelerde, TV kanallarında, vicdansızlığın görüntüleri yayınlandı.
Dün ikisine de bir kere daha ağladık.
Başbakan Erdoğan’ın gözyaşları, hepimizi duygulandırdı, gözlerimizi doldurdu.