Yıl 1995. Yaş 24. Bugünkü Milliyet binasının dördüncü katındaki dergi grubunda, Duygu Asena’nın ekibinde çalışıyordum. Kim ve Negatif dergilerini hazırlıyorduk. İlki bir kadın dergisi, ikincisi kültür sanat. Her ikisine de yazıyordum. Genel yayın yönetmeni yardımcısı Serpil Gülgün kitap tanıtımlarını bana verdiğinde sevinçten havalara uçtum. Öyle arka kapak yazılarından devşirme tanıtımlar değildi yazdıklarım. Serpil’in öğrettiği gibi kitapları uzun uzun inceliyor, sayfaları arasında dolaşıyor, kısalı uzunlu okumalar yapıyordum. Bir masa dolusu kitap ve ortasında ben, ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Dergileri iki farklı ekip çıkarıyorduk ama herkes diğer yayına da yazılar veriyordu. Hiç farkında değildim ama müthiş bir gazetecilik deneyimiydi bu. Bir yandan Duygu Asena’nın katkılarıyla kadın olma bilincimiz gelişiyor diğer yanda sanat gazeteciliğini öğreniyorduk. Küçük dünyamın sınırları her gün biraz daha genişliyordu.
Her iki ekipte de deneyimli gazeteciler vardı. İçimizde en küçüğümüz ise
Bronte Kardeşler’den hangisini daha çok seversiniz? “Uğultulu Tepeler” ile Emily Bronte? “Jane Eyre” ile Charlotte Bronte? “Agnes Grey” ile Anne Bronte? Ben Emily’cilerden oldum hep. Tek romanı “Uğultulu Tepeler”, dünya edebiyatının en iyi romanlarından biri bana göre. Tutkulu aşkın başyapıtlarından. Öfke, nefret, yalan, kötülük, hırs gibi çok sayıda kavrama sahip. Dilinin güzelliği bir yana içindeki tekinsiz karanlığın verdiği ürperti de tarifsiz. Böyle bir kitabı Viktoryen ahlakın baskısı altında henüz 20’li yaşlarında yazan Emily Bronte’nin kalbimdeki yeri de ayrı bu nedenle.
Hâl böyleyken, Filmekimi’nde senaryosu ve yönetmenliği Frances O’Conner’a ait “Emily”nin olduğunu öğrenince filmin gösterileceği City’s’de Emily ile kahve içip sohbet edecekmişiz gibi bir heyecanla yürüdüm Nişantaşı sokaklarını. Onu daha yakından tanımak ümidiyle. Baştan söyleyeyim hayalkırıklığına uğramadım.
Filmde Bronte ailesinin tüm fertleriyle tanışıyoruz.
Çağdaş sanatın en aykırı ismi, kısacık ömründe kendi efsanesini kendi elleriyle yaratan Jean Michel Basquiat, 22 Aralık 1960’ta, New York, Brooklyn’de doğdu. Haitili bir baba ile Puerto Rica asıllı annenin çok kültürlü evlerinde. İlk dikkat çekişi, alteregosu da diyebileceğimiz “SAMO” (‘same old shit’ – ‘aynı eski b.k’) imzasıyla yaptığı grafitilerle oldu. 1980’de sokaklara ait olmadığına karar verdiğinde bu imzayı bıraktı. İki yıl sonra Kassel’deki (Almanya) Documenta’da, etkinliğin gelmiş geçmiş en genç sanatçısı unvanını kazandı. Dönemin sanat camiasında siyahi sanatçıların yok sayılması kırılgan kimliğinin en önemli mücadele alanıydı. Dışavurumcu sanatında bunun kavgasını verdi. Uluslararası kabul görmüş ilk AfroAmerikan ressam oldu. Ne yazık ki 12 Ağustos 1988’de, Great Jones Sokağı’ndaki stüdyosunda aşırı doz uyuşturucudan öldü. Basquiat’nın biyografilerinin özel hayat bölümünün en dikkat çekici ismi 1982’de ikisi de şöhret
İstanbul eylül ayını sanat eşliğinde geride bıraktı. Ekime yine sanatın kolunda girdi. Şehrin dört bir yanında düzenlenen sanat etkinlikleri son hız devam ediyor. Bunlardan biri de 17. İstanbul Bienali. Bienalin geçmiş yıllardan farklı olarak bu yıla özgü tek bir teması yok. Bir başlık altında eserleri toplamak yerine ‘kompostlaşma’ sürecini temsil eden işler tercih edilmiş. Bu bienalin genel olarak dünyanın her yerinden gelen, bienalden önce başlamış ve bienalden sonra devam edecek eserlerin bir birleşimi olduğunu söyleyebiliriz. Bienalin küratörleri Ute Meta Bauer, David Teh ve Amar Kanwar bienali bir uzlaşma alanı olarak değil tartışma alanı olarak görüyorlar. 17. edisyonda amaç vakit geçirmek, soru sormak ve bu sorulara cevap aramak.
Bu hafta bienal mekânlarından Pera Müzesi’ne gittim. Burada arşivleme çalışmaları ön planda. Karşıma çıkan ilk sanatçı 1972 doğumlu Lübnan asıllı Lamia Joreige. “Bir Dönüşümü Haritalandırmak” isimli çalışmasında Osmanlı arşivlerinden portreler, mektuplar,
Yıl 1988. On yedi yaşındayım. Kafam epey karışık. Bütün eğitim hayatım boyunca doktor olma hayali kurmuşum. Tıp fakültesi tercihlerimin hiçbirine yerleştirilemeyince, hemen altta yer alan, babamın isteğiyle yazdığım – sonrasında bir gün bile pişmanlık duymadığım- Mimar Sinan Üniversitesi matematik bölümünü kazanmışım. Yüksek matematik büyülü bir dünya. İçinde kendimi küçücük hissettiğim amfilerde profesörlerin verdiği dersleri ilgiyle takip ediyorum. İyi güzel de, içimde bir ateştir yakıyor beni. Yazar olmak istiyorum ben. Ama çok fazla sayı var hayatımda. Her şey çok ciddi. Dersler çok zor. Kitaplar, filmler derken sanatla nefes alabildiğimi fark ediyorum. Gazete bayiine gidip bir sanat dergisi istiyorum. Bayii sahibi, hiç düşünmeden bir dergi çıkarıyor raftan. Elime alıyorum, adı Milliyet Sanat. Ben on yedi yaşındayım, o on altı yaşında. Sayfalarını açmamla birlikte yeni bir büyülü dünyaya daha giriyorum. Sinema, müzik, tiyatro, plastik sanatlar, opera, bale, edebiyat…
Sonbaharın, ipek şalına sarındığı meltemli bir akşam. Maçka Küçükçiftlik Park’tayım. Hep Yeni Kal’ın gazino kültürünü yaşatmak amacıyla düzenlediği Yeni Bi’Fest, pandemi arasını bitirmiş, dev sahnesini kurmuş. Büyük bir açıkhava gazinosu burası. Masalı oturma düzenine doğru ilerliyor konuklar. Kareli örtüler, beyaz porselen tabaklarda mezeler. Kimi ‘gazinoya gider gibi’ giyinmiş, iki dirhem bir çekirdek kimi ‘konsere gider gibi’ rahat giysiler içinde. Yaş grubu 20’lerden başlayıp 70’lere uzanıyor. Renk renk sohbetler koyultuluyor masalarda.
Sekiz buçuğa doğru perde açılıyor ve Kenan Doğulu çıkıyor sahneye. Roma’yı yaktığı günlerden bugüne tam 33 şarkı söylüyor. Dile kolay, 30 yılın hitleri her biri. Dumanların yükseldiği, havai fişeklerin patladığı ışık hüzmeleriyle dolu şaşaalı bir sahne. İlk yarım saatte ısınan seyirci, kendini sahne önüne atıyor; kalanların çoğu ayakta. Şarkılara eşlik ediyorlar, çığlık kıyamet. İki buçuk yıllık korona
"The lefthanded woman” şarkısındaki gibi bir kadın. Marianne…
“Başkalarıyla beraber çıktı kadın
bir metro dehlizinden
başkalarıyla bir şeyler yedi büfede
başkalarıyla oturup bekledi
bir çamaşır salonunda
…
başkalarıyla beraber çıktı iş hanından
Kitabevlerinin ‘yeni çıkanlar’ raflarının verdiği heyecanı severim. Severdim demeliyim aslında. Çünkü bu raflar uzun bir zamandır eskisi kadar heyecanlandırmıyor beni. Yeni çıkan kitaplar arasında edebi değeri olan, okumaktan mutluluk duyacağım kitaplar yok denecek kadar az. Yıllardır bitip tükenmek bilmeyen kişisel gelişim kitapları, türünü ve kimin okuduğunu hiç anlayamadığım garip kitaplar sübhaneke boncukları gibi diziliyor bu raflara. İyi kitaplar çıkmıyor diyemem ama kitabevlerinin tercihi olsa gerek, raflarda yer bulamıyorlar kendilerine. Son dönemlerde butik yayınevlerinin yayımladığı birbirinden güzel kitaplar, büyük yayınevlerinin nitelikli kitapları bu raflarda çoğunlukla yer almıyor.
Hâl böyle olunca, raflardan kitap keşfetmek yerine, gelen basın bültenleri arasında edebi kazılar yaparak, tek tek yayınevlerinin web sitelerine girerek, sosyal medyayı takip ederek yapıyorum keşiflerimi. Sonrasında internet üzerinden sipariş vererek ya da kitabevine gidip satıcıdan isteyerek alıyorum bu kitapları.
Suzy Pommier’yi kim