Sosyal medyada duyarlılığı göstermek adına sürekli acıların yansıtılmasını doğru bulmadığını söyleyen Psikiyatr Dr. Alper Hasanoğlu, “Acı çeken biri 3 dakika uğraşıp ‘post’lar hazırlayarak paylaşmaz” diyor
Psikiyatr Dr. Alper Hasanoğlu ile yaptığımız söyleşinin ikinci bölümünde çocukları konuştuk. Onlara psikolojik yardımın nasıl yapılacağını, yakınlarının ölüm haberinin nasıl verileceğini. Depremin ilk gününden itibaren, deprem haberlerini izledikçe suçluluk duyan insanların psikolojisini anlatan Hasanoğlu, sosyal medyada yapılan paylaşımlara dikkat çekerek, dakikalarca uğraşılıp hazırlanan altına hüzünlü müzikler konulan “acı” videolarını doğru bulmadığını söyledi.
En önemli konu çocuklar. Onlara bu süreci nasıl izah edebiliriz? Nasıl yardım ederiz?
Çocukların oyun, resim gibi olanaklarla kafalarını dağıtmalıyız. Duygularını dışa vurarak ifade etmelerini sağlamak gerekir. 6 yaşındaki bir çocuğa, “Eviniz yıkıldı, sen ne hissettin?” gibi sorular sormak yerine onlarla oyun oynayarak, resim
Depremzedelerin şu anda hayatta kalmaya çalıştığını ve bu insanların çaresizlik, öfke ve mutsuzluk hissettiğine dikkat çeken Psikiyatr Dr. Alper Hasanoğlu, “Şu an için psikolojik desteğe değil, alanda gözle görülür bir şeyler yapılmasına ihtiyaç var. Temel ihtiyaçlar giderilmeden mental sağlık düşünülemez” dedi.
Depremin ardından iki hafta geçti. Devletin, STK’ların, vatandaşların yardımlarıyla yaralar sarılmaya devam ediyor. Peki ya görünmeyen yaralar? Depremzedelerin psikolojik açıdan aldığı darbeler? Bu konuda çalışmalar başladı. Yetkili kurumlar, çeşitli kuruluşlar bölgeye psikiyatrik yardım konusunda hazırlıklarını tamamlamak üzere. Binlerce psikolog ve psikiyatr görev için hazır bekliyor. Psikolojik yardım için doğru zamanlama nedir? Bireysel olarak bizim yapabileceğimiz şeyler var mı? Depremzedenin kaygı ve stres bozuklukları için neler yapılmalı? Tüm bu soruları Psikiyatr Dr. Alper Hasanoğlu ile konuştuk.
Depremzedelere psikolojik yardım konusunda doğru zamanlama nedir?
Bu durumda psikolojik
İsmiyle müsemma harika bir kadın, Hikmet Hükümenoğlu’nun “Harika Bir Hayat” adlı kitabından çıkıp Türk edebiyatının ‘unutulmayacak’ kadın karakterleri arasında yerini aldı geçtiğimiz ay. Can Yayınları etiketli kitap, Harika’nın biyografisi esasen. “Hayalî bir tarihî karakterin biyografisi nasıl yazılır?” sorusunun şahane bir örneği. Arka plana 1919-1950 arası tarihî perspektifi alan. Güvenli bağlanmanın gerçekleşmediği trajik bir anne-kız hikâyesi. Harika vasıflarına rağmen, anne eliyle oluşturulmuş suçluk ve değersizlik duyguları sonucunda “Harika bir hayatı olabilirdi” hayıflanması yaşatan muhteşem bir kadın hikâyesi aynı zamanda. Harika hayatın ne olduğunu da sorgulatan.
23 Mayıs 1919 doğumlu Harika. Babası dönemin muhalif gazetecilerinden Veysel Bey, annesi kötü roman denemeleri ve verdiği davetler dışında bir varlık gösterememiş, iç aşağılanmalarını çığırtkan bir narsisizmayla örten Melek Hanım. Harika, abisi İrfan’dan sonra dünyaya gelen, ailenin ikinci çocuğu. İşgal
Türkiye’nin sanat alanındaki yaratıcılığını ulusal ve uluslararası düzeyde tanıtmak. Sanat bilincini geliştirmek. Sanata olan ilgiyi yaygınlaştırmak. Bu üç hedefle 2015 yılında kuruldu Folkart Gallery. Folkart Yapı A.Ş’nin sosyal sorumluluk projesi olarak. Bugüne dek resim, heykel ve fotoğraf alanlarında 18 sergi düzenledi. Yüz binlerce sanatseveri ağırladı. 850 metrekarelik alanıyla Türkiye’nin en büyük sanat galerisi olan Folkart, bugün İzmir’in en önemli sanat duraklarının başında geliyor. Galeriye ne zaman gitsem, “Özel sektör bu modeli örnek alsa, her şehirde bir Folkart olsa, ülkenin sanat bilinci üst seviyeleri tecrübe eder” demekten kendimi alamıyorum. Bu bir temenni de aynı zamanda. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı için.
Bu özel galeri, Folkart, 24 Ocak’ta 19. sergisini açtı: “Zaman ve Mekânın Büyüsünde Bir Ressam-Şevket Dağ”. Sanatçı için bugüne dek düzenlenen en kapsamlı sergi bu. Serginin kataloğu -katalog dediğim 310 sayfalık muhteşem bir kitap aslında-
Son günlerde Mert Demir ve Mabel Matiz’in seslendirdiği “Antidepresan”ı sık sık dinliyor ve seviyorum. Köhn’ün “Seni Bi’tek Ben Anlarım”ına bayılıyorum. Bittikçe başa sarıyorum Spotify’da. Artık kaset döneminden kalma başa sarmak lafı tedavülden kalksa da. Yaşlı Amca’nın “Hep de Yorgun” şarkısı gençlik yakınmalarımı hatırlatıyor bana, gülümsüyorum. Madrigal’in “Dip”i favorilerimden. Adını yazmakta zorlandığım Dedublüman’ın “Çözemezsin”i beni alıp götürüyor kördüğümlere dayanıksız olduğum günlere. Cem Adrian, “Ben Seni Çok Sevdim” derken o muhteşem sesiyle, gözlerimi yaş basıyor.
Hepinizi çok seviyorum arkadaşlar. Ama 13 Ocak’tan bu yana sizi dinlemiyorum. Zira o gün Türk pop müziğinin efsanelerinden Erol Evgin’in “Sevdiklerim 2” albümü çıktı. Benim gibi 50 yaşını tecrübe edenlerin gençlik aşkı. Yıllar içinde içtenliğiyle, kalbindeki iyilikle insan olma
Her ne kadar Selahattin Pınar “Nereden sevdim o zalim kadını” dese de, bütün mezalimi kendineydi Afife Jale’nin. Sahneye çıkan ilk Müslüman kadın sıfatıyla açtığı çığırda ilerlemesine izin verilmediği için uyuşturucu maddelerden medet ummuş, dayanılmaz acılarla dolu hayatına yön verememişti. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde 23 Temmuz 1941’de öldüğünde bir at arabası çağrılmış, tabutu arabaya yüklenip mezarlığa gönderilmiş, cenazesi beş kişilik bir cemaatle kaldırılmıştı. Ölümünün üzerinden 80 yıl geçmesine rağmen mezar yeri hakkında çeşitli varsayımlarda bulunuldu ama hiçbiri üzerinde bir fikir birliğine varılamadı. Türk tiyatrosunun en önemli kadınının bir mezar taşı bile olmadı, birilerinin gelip başında dua okuyacağı, anma etkinliklerinin düzenleneceği… Afife’nin hayattayken nasıl yalnız bırakıldığını gösteren bir sır gibi kaldı mezar yeri. Ta ki 2018 yılında Osmanlı Ermeni Tiyatro Tarihi araştırmacısı Boğos Çalgıcıoğlu, bu konuyu araştırmaya karar
Ortaköy’de köprünün dizinin dibine kıvrılmış bütün zarafetiyle oturan tarihî Kethüda Hamamı’nda yeni yılın ilk büyük sergilerinden biri açıldı bu hafta. Horoz Lojistik’in 80. yılı vesilesiyle küratörlüğünü Sanatatak kurucusu, eleştirmen Ayşegül Sönmez’in üstlendiği “Time is LOVE; Bir Dünya Gezisi Sahnesi”.
Zaman netameli bir kavram. Üzerine yüklenen çok sayıda anlam ve sıfat var. Kaliteli zaman, her şeyin ilacı zaman, zaman yönetimi, hızla akıp giden zaman, geçmek bilmeyen zaman, boşa harcanan zaman, zamana bırakmak. O kadar çok hayatımızın içinde bir kavram ki. Sürekli ona uyumlanmaya çalışıyoruz. ‘Zamanın ruhu’ tabiri de buradan geliyor. İnsanların dönemine göre oluşturduğu ortak değerler bütünü. Kendine uyum sağlayamayanları dışlama özelliği var. Zamanın ruhunu yakalayabilmek için inanılmaz bir telaş ve koşuşturmaca içindeyiz. Peki ya ‘ruhun zamanı’? Başka ruhlarla benzerlik taşısa da bize ait ve biricik olan. Onunla
Üniversiteyi bitirene dek, her 1 Ocak’ta kendimi yabancı bir evde yaşamaya başlamış gibi hissettim. Yeni yıla alışmam zaman aldı. Eski yılın (evin) acı tatlı hatıralarını kendimle birlikte taşıdığım yeni yılda (evde) ilk bir ay epey zorlanırdım. Aslında aralık ayının ikinci yarısıyla birlikte tatlı bir telaş başlardı. Kırtasiyeci Kör İhsan’a gider, simli kartpostallar seçer, onları büyük bir özenle yazıp postaneden gönderirdim sevdiklerime. Okulda yılbaşı kutlamaları yapılır, hediye kuraları çekilir, yıl bitmeden arkadaşlar arasında dağıtılırdı. 31 Aralık’a günler kala annemin mutfağında, onun bereketli yeşil elinin lezzetiyle kuşatılmış bir yemek yapma şöleni başlardı. Yılbaşı akşamı, bütün bir yıl sadece misafir geldiği zamanlar için bekletilen odanın kapıları açılır, babam şöminede odunları tutuşturur, aile fotoğrafları çekilir, ortaya büyük bir sofra kurulur, annemin cennet taamı yemekleri büyük bir nizam içinde arzı endam ederdi.
Yemekten sonra kuru yemişler, boy boy meşrubatlar ve babamın viski şişesi masadaki yerlerini alırdı. Tombala