“İşin doğrusu, Euridice çok zekiydi. Elinin altına bir labaratuvar verin, size aşı bulurdu. Boş sayfalar verin, klasikler yazardı. Ama onun yerine kendisine kirli çamaşırlar veriliyordu.” Ne kadar tanıdık bir tanımlama değil mi? Varoluşunu gerçekleştirmesine izin verilmemiş, kendisi gibi olması engellenmiş kadını dört cümleyle izah eden bir alıntı. Kafka Yayınları’ndan çıkan Martha Batalha’nın yazdığı, çevirisini Seda Çıngay Mellor’un yaptığı “Bir Kadının Görünmez Yaşamı” adlı kitaptan bu alıntı. Bu mini paragraftan Brezilyalı Euridice’i çıkarıp yerine Ayşe, Fatma, Zuhal yazsak hiç yadırgamayız değil mi? Türkiye’deki kadının varlık sorununu da pür bir şekilde özetlemiyor mu bu birkaç cümle?
Doğduğu günden itibaren ileride bir yuva kurmak, kutsal annelik payesini almak, evini çekip çevirmek, eşine hayatı kolaylaştırmak üzere yetiştirilen ‘görünmez’liğe yazgılı kadınlar, dünyanın farklı coğrafyalarında kendilerine bir ‘ad’ aramaya devam ediyor. Euridice onlardan
Mattheys Köşkü küçük bir cennet replikası. Bahçesindeki ağaçlar, kuşlardan oluşan orkestranın seslendirdiği bitmeyen bir senfoniyle salınıyor. Kirlenen renkler içinde birinciliği beyaz kaparken tertemiz kalan yeşilin tüm tonlarıyla hükümranlık sürdüğü İzmir bahçelerinden biri. O kadar huzurlu ki.
Bu köşk güzel havasıyla, benzersiz doğasıyla sayfiye yeri olarak kullanılan Bornova’da 1780 yılında John Maltass tarafından yazlık olarak inşa edilmiş. 1840’ta kızı Eugenie Wood’a miras kalmış. Daha sonra da Eugenie Wood’un kızı Hortense Wood’a. Hortense, kadın hakları savunucusu, şair, yazar, ressam. Aynı zamanda bir Atatürk hayranı. Nitekim 1922’de Atatürk’ü köşkte ağırlamış. Halide Edib ve İsmet İnönü de onunla birlikte gelmişler. Köşkün duvarları imparatorluğun kaderini belirleyecek konuşmaların tanıklığını yapmış çok defalar.
240 yıllık tarihi olan bu köşk, yüz yıllar içinde eskidi, yıprandı. Anılarıyla birlikte onu restore edecek yeni ressamını bekleyip durdu. Sonunda, vaktiyle
Bugün gibi aklımda. 10-11 yaşlarındayım. Odamdayım. Elimde Milliyet Yayınları’nın mavi ciltli çocuk serisinden çıkan, Ferenc Molnar’ın “Pal Sokağı Çocukları”. Soluk soluğa okuyorum. Ama aklım içeride, salonda yatan hasta babaannemde. Her 10-15 sayfada bir yanına gidiyorum, nefesini dinliyorum. Duyamazsam burnunu çekiyor ya da ayaklarını gıdıklıyorum. “Hayatta mı?” testi bu. Uykudan uyandırıldığı için kızan babaannemden azar işitiyorum her defasında. Canından beziyor 80’lerindeki yaşlı kadın. Üzülüyorum ama yapacak bir şey yok. 10-15 sayfa sonra kitabı bırakıp yine yanına koşuyorum testi yenilemek için. Bunun sebebi, bir ay kadar önce, babaannemi muayeneye gelen Dr. Muzaffer Amca’nın annemle babama “En fazla altı ay yaşar” dediğini duymam, kapı aralığından. Mide kanseri. Molnar’ın “Kafasındaki sorun, yaşamak ve ölmek sorunuydu. Bu büyük sorunu çözümleyecek yolu bulamıyordu” dediği Boka’yla aynı durumdayım. Yolu bulamıyorum.
Dünya çocuk klasikleri içinde “Pal
Bundan tam on ay önce bir doktor, bir hastanın hayatına değdi. Sihirli parmaklarıyla. Hekim hatası sonucu dikkate alınmamış ve giderek büyümüş hidrosefali (beyin omurilik sıvısının beyinde birikmesi, kafa içi basıncı artırması) nedeniyle, son üç yıldır bedenen yanımızda, ruhen uzaklarda olan babamın. Konuşamıyor, donuk gözlerle bakıyor, dengesini sağlayamıyordu. Haziran 2022’de geçirdiği hidrosefali ameliyatı sonrası ‘eve geri döndü’ babam. Ama nasıl özlemişiz. Sesini, o güzelim gülüşünü, esprilerini, bize soru sormasını, ağaçların budanması gerektiğini söylemesini, anneme duyduğu gecikmiş aşkı göstermesini, yemek seçmesini, yardımla da olsa yürümesini… Metafor değil, gerçekten babam üç yıl aradan sonra eve döndü. Çünkü bir doktor onun hayatına değdi: Prof. Dr. Talat Kırış.
Aynı doktor, beyaz önlüğünü çıkarıp, unvanlarını ve dünya çapındaki başarılarını bir kenara koyarak, bu defa kalemiyle değiyor hayatlarımıza. Doğan Kitap’tan yayımlanan
Orantısız bir yüz. Boyu 1.87. Çıkık bir üst çeneden fırlamış dişler. Alt çene desen hiç yok. Ağzını açtığında göze ilk çarpan geniş yer kaplayan pembe diş etleri. Büyük bir sırt, içe çökük göğüs kafesi. Aşırı bir zayıflık. Adı ise mahallenin taktığı şekliyle Kuru Kız. Ayfer Tunç’un Can Yayınları’ndan çıkan son romanıyla aynı adı taşıyan. Edebiyatın kadın karakterler galerisine benzersizliğiyle damga vuracak bir kadın.
Daha ilk sayfalarda, Anadolu’nun küçük bir şehrinden kalkıp gittiği ‘dünyanın sonundaki şehir’ olarak bilinen Ushuaia’dan sesleniyor bize. Ushuaia, Arjantin’in Tierra Del Fiego-Ateş Toprakları eyaletinin başkenti. İyi de kim bu kız, orada ne işi var?
Yoksul bir mahallede babası ve erkek kardeşiyle yaşıyor. Annesini küçük yaşta kaybettikten sonra evin bütün sorumluluğunu o üstlenmiş. Okulu lise yıllarında bırakmış. Elektrikçi olan babası bir kaza sonrası tekerlekli sandalyeye mahkûm oluyor. Annenin ölümünden sonra
Orhan Veli, belediye çukuruna düşüp beyin kanaması geçirdikten üç gün sonra 36 yaşında hayata veda ettiğinde, ardında gözü yaşlı pek çok kalem erbabı bırakır. Her biri bir şeyler yazar hakkında. Bir kişi vardır ki eli kaleme gitmez. Çocukluk arkadaşını kaybeden Garip akımının nevi şahsına münhasır ismi Halim Şefik Güzelson. Beş-altı ay sürer bu durum. Derken altıncı ayda hâlâ bir şey yazamamanın utancıyla akşam dokuzda şiir yazmak için oturur masaya. Sabahın dört buçuğuna dek uğraşır kelimelerle. Sonunda olur. Heyecanla eşini uyandırıp okur “Otopsi” adlı Orhan Veli’ye ağıdını. Eşi “Çok kötü” deyip uyur. Güzelson dışarı çıkıp deniz kenarındaki kahvelerden birinde oturup şiirinin güzel olduğuna inanarak demli bir çay içer. Gerçekten de güzeldir şiir:
“Morgda açılınca kafatası
Doktor beyler beyin gördüler
İndirince tenkafesine neşteri
Doktor beyler yürek gördüler
Yürekte ne gördüler dersiniz
Yürekte memleket gördüler
D&uum
Yuva kurmak neden ‘evlenmek’ anlamına gelir acaba? Yuva, kurulabilir bir kavram ve bunun için evlilik bağına gerek var mı gerçekten? İçine girdiğimiz herhangi bir ev, dört duvardır. Onu biz yuva yaparız. Peki yuva nasıl yapılır? Bunu anlatan şahane bir kitap okudum bu hafta: 1970 doğumlu Alman yazar Judith Hermann’ın Sia Kitap’tan çıkan romanı “Yuva”.
Kitabın kahramanı 47 yaşında bir kadın. Adını roman boyunca öğrenemiyoruz. 17 yaşından başlıyor hikâyesini anlatmaya. Bir sigara fabrikasında çalıştığı günler. Rutin mesaisini tamamlayıp evine döndüğünde balkonuna çıkıp etrafı seyretmeyi seviyor. Akşam belli bir saatte karşısındaki benzinciye gidip dondurma almak gibi bir alışkanlığı var. O saatlerden birinde benzincide bir sihirbazla tanışıyor. Sihirbaz ondan ‘kutunun içinde testereyle kesilen kız’ numarasında ona eşlik etmesini istiyor. Eğer kabul ederse, sihirbaz, karısı ve o birlikte gemiyle Singapur’a gidecekler. Birlikte gösteriler yapacaklar. Mevcut işinden daha renkli… Kararını vermiş, eşyalarını toplamışken son anda
Memet Fuat “Füruzan Türk edebiyatında bir olaydır” demişti vaktiyle. Ece Ayhan ise onun öyküye saygınlık kazandırdığını söylemişti. Bu iki tespit hâlâ geçerli. Füruzan, açıklaması zor, okuru hayrete düşüren, hayranlık içinde bırakan, Türkçenin ve Türk edebiyatının başına gelmiş en önemli olaylardan biri. Kalemi de öykü türüne saygınlık kazandırmaya devam ediyor. 24 yıl aradan sonra Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitabı “Akim Sevgilim” bu gerçeklerin altını bir kez daha çizdi.
“Akim Sevgilim”, “Sesi Olmayan Türkü” ve “Varoşlarda” adlı üç öyküden oluşan kitap her şeyden önce görkemli bir Türkçe içeriyor. Öykülerde akan dilin güzelliğine kaptırınca kendinizi, anlatıyı kaçırabiliyorsunuz. Çünkü çağlıyor dili, benzersiz tatlarla ilerliyor, hızını hiç kesmiyor, sık sık kreşendo yapıp okuru nefessiz bırakıyor heyecandan. Kelimelerle yapılmış besteler Füruzan’ın