Antalya Muratpaşa’da, şehrin merkezi konumlarından Şehit Binbaşı Cengiz Toytunç Caddesi’nde gri binaların arasından diğerlerine hiç benzemeyen bir bina yükseliyor. Caddedeki klasik yapılaşmanın soğuğunu kıran. Renk renk borularla kaplı dış cephesi. Borular birbirinin aynısı değil. Tıpkı insan gibi. Farklı kırılımlarla kaplıyorlar yapıyı. Ama bütüne baktığımızda uyum içindeler. Yine farklı insanların oluşturduğu bütün gibi. Bu anlamlı, özgün yapının mimari projesinde Sinan Genim’in imzası var. Beş katlı çağdaş binanın adı Antalya Kültür Sanat. 2015 yılında Antalya Ticaret ve Sanayi Odası Eğitim Araştırma ve Kültür Vakfı tarafından yaptırılmış. Hedefi “Antalya için yeni bir cazibe merkezi oluşturmak, hem Antalyalıları hem de kente gelen yerli ve yabancı konukları sanatın ve kültürün farklı renkleriyle buluşturmak”. Yedi yıl içinde bu hedefe defalarca ulaştı. Ulusal ve uluslararası sergilere ev sahipliği yaptı. Yetişkinler ve çocuklar için sanat eğitimleri verdi. Felsefe, edebiyat, sinema alanlarında çok sayıda paneller
Amerikalı psikolog Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde, piramidin tabanında fizyolojik ihtiyaçlar vardır. İnsan öncelikle beslenme ve barınma ihtiyaçlarını karşılamak ister. Bunları karşıladıktan sonra ikinci basamakta güvenlik ihtiyacı gelir. Kendimizi güvende, dış dünyanın tehlikelerine karşı korunaklı hissetmek en temel ihtiyaçlarımızdan biridir. Beslenme, barınma ve güven ihtiyaçlarımızın ardından ait olma ve sevgi ihtiyaçlarımız ortaya çıkar. Ailemiz, çevremiz tarafından sevilmek, bunu romantik ilişkilerimizde de deneyimlemek isteriz. Dördüncü basamakta saygı ihtiyacımız yer alır. Ailemizden, iş verenimizden, arkadaşlarımızdan, sevgilimizden, eşimizden saygı görmeyi arzu ederiz. Sevgi ve saygı ihtiyaçlarımızın karşılanması kendimize duyduğumuz güvenin mihenk taşlarıdır. Bu ihtiyaçların tamamını karşıladıktan sonra piramidin en üst basamağında yer alan bir kavram çıkar karşımıza: Kendini gerçekleştirme ihtiyacı. Bu ihtiyaç çerçevesinde hayatla kurduğumuz ilişkiyi tanımlamak esastır. Hayattan ne bekliyoruz?
Çocukluğumuzun kimi özel nesneleri vardır. Annemizin el aynası, babamızın bıyık makası, dedemizin köstekli saati gibi. Onlara eşlik eden anılarla birlikte yürürüz yetişkinliğimize. Unutmak olmaz. Dost sohbetlerinde geçer adları, önemleri. Tatlı hikâyelere özne olurlar bazen. Bazen çocukluğun asude günlerini hatırlayıp mutlu olmaya vesile. Bazıları kişisel nostalji kutularımızda bizimle birlikte yaş alır. Bizimle birlikte evden eve, şehirden şehire taşınır. Bazıları da bir yazarın külliyatına girecek yeni kitaba isim olur. Murathan Mungan’ın Metis Yayınları’ndan geçen hafta çıkan “Evrak Çantası” gibi.
Çocukluğundan hatırlıyor Mungan da bu nesneyi. Babasına ait evrak çantasını. Kimi zaman babasının yazıhanesinde masanın üstünde, kimi zaman bir koltuğun, sandalyenin. En çok da çantanın gözleri çekermiş dikkatini. Gündelik konuşmalara eşlik eden: “Çantanın gözünde bir yerdedir”, “Ön gözüne koymuştum oraya bak”, “Bence bu çantayı alalım, bak ne
Dünya, 2020’de pandemiyle birlikte evlere kapanıp, usul usul ilerleyen bir depresyonun pençesinde ekmek yaparak, haberleri takip ederek, ‘maske, mesafe, hijyen’ üçgeninde hayata devam etme çabasındayken, bir sanatçı Normandiya’daki dört dönümlük arazide yer alan küçük evinde yepyeni bir teknikle baharı resmediyordu. Dile kolay 55 yıl yaşadığı Los Angeles’tan ayrılıp buraya taşınmış kendini karantinaya almıştı. Yolun başındaki ağaçların yanından ayrılmıyor, onların baharı müjdeleyen değişimlerini, teknolojiyi sanatın hizmetine koşarak iPad aracılığıyla resmediyordu.
20. YY’ın en önemli sanatçılarından biri olan David Hockney! İlk iPad’ini 2010 Nisan ayında ilk çıktığında almış, çok sayıda resim yapmıştı. Yıllar içinde iPad’de kendisine özel yaptırdığı küçük fırçalar ve şekillerle çalışmalarını ilerletti ve sonunda “Baharın Gelişi, Normandiya, 2020” sergisi ortaya çıktı. Sergi, Londra’daki The Royal Academy ve Brüksel’deki Palais des
Kız kardeş, ‘en yakın arkadaş’ olabileceği gibi, aile içi çeşitli kıyaslamalar nedeniyle ‘en yakın rakip’ de olabilir. Biri zekidir ama öteki de çalışkandır. Biri diğerinden daha güzeldir ama diğeri daha başarılıdır. Fedakârlıkla bencilliği de aralarında bölüşürler. Azla yetinendir biri, ağlayarak her istediğini yaptırandır kardeşi. Bu durumlar top göğüste yumuşatılarak geçiştirilebilse de kimi zaman şiddetli kavgalara neden olur. O yüzden “Allah dirlik düzenliğimizi bozmasın” duası edilir sık sık. Ailede iyi geçinmek esastır.
Nesimi Yetik’in yönettiği, 2020’de Antalya Film Festivali’nden üç kadın oyuncusuna (Betül Esener, Asiye Dinçsoy, Dudu Yetik) Cahide Sonku Ödülü verilen, geçen yılki 40. İstanbul Film Festivali’nde Asiye Dinçsoy’un En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazandığı, geçtiğimiz hafta vizyona giren filmi “Dirlik Düzenlik”in kız kardeşleri Vildan ve Hicran da benzer kız kardeşlik sendromları yaşıyor. Sevgi ve
Kendimizin kurguladığı, beklentilerimize karşılık veren bir hayat yaşamak yerine tesadüflerin, kimi bağımlılıklarımızın ve korkularımızın şekillendirdiği bir hayata mahkûm olmak varoluşsal krizlerin zirve noktalarından biri olsa gerek. Bjorn Hansen bu krizi 50 yaşında yaşıyor. Vaktiyle Oslo’da bir bakanlıkta çalışan Hansen, on sekiz yıl önce karısını ve iki yaşındaki oğlunu terk ederek sevgilisi Turid Lammers’in kasabası olan Kongsberg’e yerleşiyor. Gerekçesi, bunu yapmadığı takdirde her şeyden pişmanlık duymak.
Turid, ışıltılar saçan, herkesi kendine hayran bırakmanın formüllerini bilen ve uygulayan hırslı bir kadın. Kasabanın vergi müdürü olarak işe başlıyor Hansen. Drama ve yabancı dil öğretmeni olan sevgilisinin kurduğu tiyatro grubunda küçük roller oynuyor. İşini bulan da onu tiyatro deneyimi yaşamaya ikna eden de Turid. Ona olan büyük hayranlığı ve bağımlılığı nedeniyle kendi seçimi olmayan bir iş ve sosyal hayatın içinde giderek mutsuz oluyor Hansen. Yılda altı kez hafif operalar sergileyen tiyatro topluluğunu bir üst seviyeye taşımak için
Gözlerine bakıyorum. Kararlı, hafif hüzün geçişleri olan bakışları var. İnsanı etkisi altına alıyor hemen. Yüzünde sakin, sessiz bir ifade. Mutlu desem değil. Mutsuz desem hiç değil. Saklı bir eda. Biraz yana doğru eğilerek oturmuş. Üzerinde siyah çarşaf var. Çarşafın altından uçuk mavi-beyaz dantelli elbisesi görünüyor. Beyaz danteller boynunu sarıyor. Göğsünün üzerinde iki yandan birleşen kumaş mavi bir gül gibi toplanmış. Belini kuşak gibi sarmış. Çarşaftan volanlı kol kıvrımları çıkıyor. Dizlerinin üstünde birleştirdiği ellerinde mimoza dalları var. Sarı yeşil, az önce koparılmış gibi. Eğilsem kokusunu alacağım sanki. Güçlü bir kadın görüyorum ben. Hissediyorum. Bu kadın Marie Palyart: Osman Hamdi Bey’in ikinci eşi Naile Hanım. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ne (MSGSÜ) bağlı İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nin üçüncü katındaki salonda, ziyaretçileri ağırlıyor. Eşinin adına açılan şahane bir sergide.
Serginin küratörü Zeynep
Romanların içindeki seslere hiç dikkat etmiş miydiniz? Her roman o romana ait bir bestenin notalarından oluşur aslında. Bazı besteler üç aşağı beş yukarı birbirine benzer. Hani bazı şarkıcılar vardır, her yeni şarkısında bir önceki şarkının müziğini duyar gibi olursunuz. Aynı şekilde bazı romancıların kitaplarında da bir önceki kitabının sesini sezersiniz. Kimi okur için iyidir bu; hatta denir ki “Yazarını bilmesem bile bu satırları okuduğumda ona ait olduğunu söyleyebilirim.” Bu durum bazı yazarları rahatsız etmez. Farklı konularda art arda çıkardığı kitaplarda, karakterler değişse de sesleri aynı kalır. Bu süreklilik hâli bir tür imza gibidir. Ama bazı yazarlar için ‘kendini tekrar”ın alamet-i farikasıdır; yazar bundan rahatsız olur, yeni seslerin peşine düşer. Oya Baydar’ın Can Yayınları’ndan çıkan son romanı “Yazarlarevi Cinayeti”nin kahramanı olan Yazar da bu zorlu yolun yolcularından.
Yazar, çok satan kitaplara imza atmış, kitapları çok sayıda yabancı dile çevrilmiş, edebiyatla ilgilenen herkesin yakından tanıdığı