İlk kitap hediyemi babamdan aldım. 14-15 yaşlarımdayken. Bir akşam eve kollarında bir kutuyla geldi. “Bu senin” dedi. Açtım, içi kitap dolu. 30 beyaz kitap, sırtlarında minik kırmızı kalpler. Nasıl mutlu olduğumu bugün gibi hatırlarım. Her bir kitabı tek tek, özenle kitaplığıma yerleştirişimi. Hâlâ durur o kitaplar, üstlerinden 40’a yakın yıl geçmiş, ciltleri sararmış; içleri pırıl pırıl. Babamın, o gün iş yerine gelen pazarlamacıdan aldığı Can Yayınları’nın kitapları. Hani en güzel hediye kitaptır derler ya; çoğu insanda karşılığı yoktur ama benim hayatımda bu hep böyle oldu. Hiçbir hediye iyi bir kitap kadar sevindirmedi beni. Yine hiç unutamadığım bir başka kitap hediyesi de 10 yıl kadar önce arkadaşım Zeynep Miraç’ın bir yurt dışı seyahati sonrası getirdiği Jung’un “Red Book”udur. Arketip, kolektif bilinçdışı, persona, anima, animus gibi kavramlardan oluşan temel kuramının nasıl ortaya çıktığını Jung'un kendi kaleminden okuduğumuz kitap henüz Türkçeye çevrilmemişti. Elim kitabın kırmızı
Sahne korkusundan mıdır bilinmez, hayata seyirci kalmayı tercih eden insanlar vardır. Hoca beni fark etmesin, soru sormasın diye en arka sırada kendini saklayarak oturan öğrenciler gibi. Sessiz bir varoluş içinde yaşayıp giderler. İnsan, doğası gereği görülmek, anlaşılmak ister. Onlar da bu istekten muaf değildir elbette ama ‘bakan’la aralarına bir tül perde çektiklerinde daha konforlu hissederler. Sahne ışıkları içinde hayatının oyununu tadını çıkararak oynamak yerine karanlık salonda oturup izlemeleri de bundandır esasen. Görülmenin bir bedeli vardır çünkü. Performans ister. Ama onlar, kendi hallerinde, hayata minimum katılımla yaşamayı seçmiştir.
Oyuncu performansı göstermeyi reddedip seyirci atıllığı içindeki bu insanların edebiyattaki en güzel karşılıklarından biri de John Williams’ın “Stoner” adlı romanı. 1965’te yazılan kitap, o yıllarda hiç ilgi görmedi. Ama ne olduysa 2000’lerin başlarında yeniden keşfedildi. Eleştirmenler, içindeki sessiz varoluşu fark etti. Çok sayıda dünya diline çevrildi, bir
Steinbeck’in sevgili köpeği Toby’nin yazarın “Fareler ve İnsanlar” romanının taslağını yediğini biliyor muydunuz? Peki Hemingway’in Pamuk Prenses ismindeki kedisine çok düşkün olduğunu? Mark Twain’in, kedisi Bambino kaybolunca gazeteye ilan verdiğini? Flannery O’Conner’ın çiftliğinde yüzden fazla tavuskuşu beslediğini?
Verdiğim örneklerde olduğu gibi evcil hayvanlarını evinin bir ferdi, hayatının vazgeçilmezi sayan çok sayıda sanatçı var. Çok özel bir dostlukları olmuş evcil hayvanlarıyla. İşte bu özel ilişkiyi vurgulayan şahane bir sergi açıldı, bu hafta başlayan Artweeks@Akaretler kapsamında: “Onlar”. Tülay Palaz’ın Milliyet Sanat dergisindeki aynı adlı köşesinde çizdiği illüstrasyonlardan oluşuyor sergi. Aynı zamanda bu yıl yarım asrı geride bırakacak olan Milliyet Sanat’ın 50. yıl etkinliklerinin ilki olma özelliğini de taşıyor.
Tülay Palaz, Bursa Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi, Resim Bölümü’nden dereceyle mezun oldu. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
"Billur bir avize Bursa’da zaman" diyen Tanpınar’ın duru avizesi Bursa surlarının önemli yapılarından biri olan Zindankapı’da bir güncel sanat galerisinde ışıl ışıl yanıyor. Zaman, zindanların içindeki boşlukta sallanan bir avize gibi. Tarihi dokusu korunarak Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilen yapının içinde yer alan Zindankapı Güncel Sanat Galerisi’nde zaman soyut olmaktan çıkmış, somut, elle tutulur bir nesne adeta. 2 bin 500 yıllık bir tarihin içinde her bir ana dokunabiliyorsunuz galeride.
Zindankapı Güncel Sanat Galerisi’nde Bursa şehrinin kuruluş amacı ve şehrin isminin nereden geldiği gibi bilgiler dijital formlar içinde izleyiciyle paylaşılıyor. Roma Dönemi silahlarının replikaları, Bursa’nın 1326 yılına kadarki tarihsel süreci anlatan kiosklar ve animasyon filmler var. Perde projeksiyonun Türkiye’de kullanıldığı ilk galeri olma özelliğini de eklemek isterim. Yeniçeri askeri sergilemeleri, mapping videolar üzerinden aldığımız tarihi bilgiler, interaktif yerleştirmeler ve galerinin içinden ulaşılan kulelerden
Psikoloji Profesörü John W. Santrock, “Yaşam Boyu Gelişim – Gelişim Psikolojisi” adlı kitabında ‘yas’ı şöyle tanımlar: “Sevdiğimiz bir kişinin kaybından sonra hissedilen duygusal uyuşukluk, inanamama, ayrılık kaygısı, çaresizlik, üzüntü ve yalnızlıktır”. Yasla başa çıkmada ikili süreç modeli söz konusudur. Bunlardan birincisi kayıp odaklıyken diğeri iyileşme odaklıdır. Kayıp odaklı yas, ölen kişiye odaklanır, kaybın olumlu olumsuz değerlendirmelerini içerir. Özlem duyma, ölen kişiyi sürekli düşünüp durma yoğun olarak hissedilir. İyileşme odaklı yasta ise bu süreç, “dünya hakkındaki yıkılan varsayımları ve kişinin o dünyadaki yerini” yeniden inşa eder. İnsanlar yas tutarken bu iki model arasında gidip gelirler. Her iki modelde de baskın olan duygu “keder”dir.
Geçtiğimiz hafta, Doğan Kitap’tan çıkan, Nijeryalı yazar Chimamanda Ngozi Adichie’nin, ülkesinin ilk istatistik profesörü olan babasının böbrek yetmezliği nedeniyle ölümü
Perihan Mağden’in “Babasız Kızlar Balosu” isimli şiirini bilir misiniz?
“bu davette topuğunuzun ya da kanadınızın
biri kırık olmalı
bu şartı yerine getirmeyenler
kırık ön dişler ya da deşik ciğerlerle de
katılabilirler”
Baba Zula da şiirin iki dizesiyle bestelenmiş halini seslendirmişti vaktiyle:
“Babamız bizi sevmedi.
Emanet kelimelerle aşk olur mu? Aşkta dış görünüş ne kadar önemli? İnsan ruhunun derinliklerine inen sözleri nedeniyle bir cüce devleşebilir mi? Yakışıklı ama bildiği tek dil sokağınki olan ve klişelerden öteye geçemeyen bir adam, bir kadın üzerindeki etkisini ne kadar sürdürebilir? Sizin beğenmediğiniz kendinizi, bir başkası beğenebilir mi? Kırık dökük bir özgüven daha baştan ilişkiye sekte vurur mu?
Bütün bu soruları derinlemesine tartışır Edmond Rostand’ın “Cyrano de Bergerac” adlı eseri. 17. yüzyılda yaşamış Parisli şair, oyun yazarı ve silahşor Savinien Cyrano de Bergerac'ın gerçek hayat öyküsünden esinlenilerek yazılmış bir tiyatro metnidir. Bu eser 1950 tarihli Jose Ferrer’in yönettiği filmle sinema tarihindeki serüvenine başladı. Başka uyarlamalar da oldu. Jean-Paul Rappeneau imzasını taşıyan 1990 yapımı Fransız uyarlamasında uzun ve çirkin burnuyla Cyrano’yu canlandıran Gerard Depardieu’yu hatırlarsınız. Ve bu kez İngiliz yönetmen Joe Wright’ın imzasıyla vizyonda “Cyrano”. Peter
Bu hafta, İş Sanat’ın Youtube kanalından, Provadan İzle serisi kapsamında Georges Feydau’nun yazdığı “Terzihane” oyununu izledim. Oyunun başkahramanı Dr. Moulineax, altı ay önce Yvonne ile evlenmiş, çapkın bir doktor. Çeşitli yalanlar söyleyerek, karısını sürekli aldatıyor. Son sevgilisi ise Suzanne Aubin. Oyunun başında bir gece önceki baloda karşılaşmışlar ama Mösyö Aubin karısını hiç yalnız bırakmadığı için, balo sonrası görüşmeleri iptal olmuş. Doktor da o saatten sonra eve giremeyeceğinden geceyi bir bankta geçirmiş.
Sabah karısı yatağını bozulmamış bulunca kızılca kıyamet kopuyor. Doktor eve geldiğinde karısını ikna etmek için geceyi hasta arkadaşı Bassinet’de geçirdiğini söylüyor; adamın ölümcül bir hastalığa yakalandığını. Ama o da ne? Kapı çalınıyor ve Bassinet gayet sağlıklı bir şekilde içeri giriyor. Doktor durumu kurtarmaya çalışsa da karısı şüpheleniyor tabii. O sırada kayınvalidesi Madam Aigreville de çifti ziyarete geliyor.
Bassinet kendisine ait Milan caddesi 70 numaradaki bodrum katını kiraya