Yılın son pazarı bugün. Bir kişisel hesaplaşma yapmanın tam zamanı. 2021 hayatımın köşe taşı yıllarından biri oldu. Üzerinde “yaşlılık tahsis numarası” yazan bir kartım var artık. Emekli oldum evet. Devletin ilgili makamlarında yaşlı sayılıyorum. Ama niyeyse güleceğim tutuyor bu sıfatı kullanırken. Kaldı ki, işimi bırakmadım. Sadece önümüzdeki yıl 50 yaşına girecek olan Milliyet Sanat dergisine daha çok vakit ayırmak için, diğer yöneticilik görevlerimi son derece başarılı gazeteciler olan arkadaşlarıma devrettim.
Uzun yıllar çalıştığım Haftasonu Ekleri’ni titizliğiyle, çalışkanlığıyla, gazetecilik refleksleriyle çok takdir ettiğim Sanem Özyürek hazırlıyor artık. 26 yıldır çalışanı olmanın gururunu taşıdığım Milliyet gazetesinde çok uzun zaman kültür sanat alanında çıkan ekleri ve gazetenin sanat sayfasını yönettikten sonra bugün o görevleri Efnan Atmaca yürütüyor. Ben de onun hazırladığı bu şahane kültür sanat ekinde “Bir Kahve İçimi” adlı köşemi yazmaya devam ediyorum.
Efnan
Araba kullanmayı hiç sevmedim. Yol ve yön bilgimin yetersizliği, park yeri ve park etme sorunları, bakımı, benzini derken hiç kapanmayan bir masraf kapısı olması… 5 yıl dayanabildim. O süreçte o beni değil, ben onu taşıdım sanki. İş yerimin eve 10 dakikalık mesafeye taşınmasıyla birlikte, ilk iş kendisini sattım. 10 yıl önceydi. “Bütün taksiler benim, şehrin istediğim yerine sorunsuzca gidebilirim” dediğimi hatırlıyorum. O günlerde onlarla ilgili en büyük sorun şehre yağmur yağdığında taksi bulamamaktı. Bir de değişim saati diye yolcuyu almayan şoförler. Bunlara da katlanabiliyordum doğrusu. Fakat her geçen yıl, taksilerle yaşadığım sorunlar artmaya başladı. Taksi dediğime bakmayın. Taksi şoförlerini kast ediyorum. Pandemiyle birlikte taksi bulamamak en büyük korkum hâline geldi. Koronavirüs korkusuyla toplu taşımaya cesaret edemeyenler, taksiye talebi artırdı. Taksi sayısının yetersizliğini de ekleyince taksiler bulunmaz Hint kumaşı haline geldi.
Taksiye binmem gerektiğinde içimi bir sıkıntı kaplıyor. Ya bulamazsam? Çoğunlukla bulamıyorum zaten. Yol
Erich Fromm, “Sevme Sanatı” adlı kitabında şu soruyu sorar: “Bir kişiyi ihtiyacımız olduğu için mi severiz yoksa sevdiğimiz için mi ona ihtiyaç duyarız?” Ridley Scott’ın İtalyan moda devi Gucci Ailesi hakkındaki biyografik filmi “House of Gucci”de Patrizia Reggiani, kocası Maurizo Gucci’ye her “Seni seviyorum” dediğinde bu soruyu düşündüm. Patrizia, bulaşıkçı bir annenin kızı. Babasını hiç tanımıyor. Büyük yoksullukların ardından annesinin bir kamyon işletmecisiyle evlenmesi üzerine refaha kavuşuyorlar. Bu ön bilgiyle bakınca, çocukluğu yoksulluk ve sefaletle sınanmış bir genç kız var karşımızda. Yokluk bilinci fazla yüksek. Yapacağı evlilik, standartlarının altında olmamalı hatta üstüne çıkmalı; ama bu da yetmez, bir de ‘isim’ lazım. Bilinen ünlü bir aile ismi. Bunlar Patrizia’nın ihtiyaçları. O yüzden gittiği bir partide Gucci Ailesi’nin üçüncü kuşak ismi genç ve naif bir hukuk öğrencisi olan Maurizo Gucci ile tanıştığında
İzmir Folkart Gallery’de açılan “Türk Resminin Bohem ve Asi Fırçası” adlı sergide, İbrahim Çallı’nın atölye etüdleri, portreleri, natürmort ve manzaraları, Mevleviler’i ve manolyalarının da bulunduğu toplam 80 eseri sergileniyor
Hipokrat’ın, “Ars longa vita brevis-Sanat uzun hayat kısa” tanımını yüzyıllar sonra şu sözlerle onaylar İbrahim Çallı: “Hayat kâfi gelmiyor, çok kısa sanat için.” Görülecek ne çok resim var, okunacak ne çok kitap, izlenecek ne çok film, dinlenecek ne çok müzik. Çallı için durum bir kat daha zordu üstelik. Bütün bunlara ek olarak yapacağı çok resim vardı. 78 yıllık yaşamının kâfi gelmeyeceğini bile bile, son anına dek bu kifayetsizliğe sanatıyla meydan okuyarak geçirdi. Bir filozof kadar hayatın anlamıyla hemhal olarak.
Kunduracıdan Çallı’nın duvarlarına
Hikâyesi 13 Temmuz 1882 tarihinde başlar İbrahim Çallı’nın. Denizli’nin Çal kasabasında doğar. Resme, kunduralarına pençe
29 Temmuz 1981. 10 yaşına girdiğim gün. Balkondaki yemek masasında bir doğum günü pastası, annem, babam, kız kardeşlerim ve babaannem doğum günümü kutluyoruz. Ama gözüm yemek masasının karşısındaki kavuniçi renkli küçük siyah beyaz televizyonda. Haberlerde o gün St. Paul Katedrali’nde evlenen Prenses Diana’nın düğününden görüntüler var. Upuzun kuyruklu gelinliğine bayılıyorum. 10 yaşındaki pek çok kız çocuğu gibi prenses olma hayallerim var benim de. Rengârenk elbiseler, ışıl ışıl taçlar… Bundan ibaret sanıyorum prensesliği. Ah Diana ne güzel bir prenses… Bu nasıl güzel bir düğün.
40 yıl geçmiş aradan. 10 yaş doğum günümü renklendiren o düğünün sonrasında adım adım izledim Diana’yı. Evlilikten hemen sonra Kensington Sarayı’nın bahçesinde üzerinde blujean, kulaklarında walkman ile dolaşarak 20’li yaşlarını yaşarken, İngiliz Kraliyet Ailesi tarafından hiç hoş karşılanmayan bu sıra dışı prensesin 36 yaşında paparazzilerin yarattığı
1993 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından denize bırakılan ağaç oyma bir Lenin heykeli, Düzce’nin Akçakoca ilçesinde karaya vurur. Halk heykele büyük ilgi gösterir, heykelle fotoğraflar çekilir derken kasaba meydanına dikilmesine karar verilir. Ama bürokratik engeller yüzünden bu karar hayata geçmez. Heykel belediyenin deposuna kaldırılır. Buraya kadar anlattığım hikâye gerçek. Peki, bürokratik engeller çıkmasaydı, heykelin başbakanın da katılacağı büyük bir açılışla meydana dikilmesi sözkonusu olsaydı, hatta açılışa bir gün kala heykel kaybolsaydı ne olurdu? İşte bu alternatif hikâyenin anlatıldığı, Barış Bıçakçı ve Tufan Taştan’ın senaryosunu yazdığı, Taştan’ın yönetmenliğini üstlendiği “Sen, Ben, Lenin”, 26 Kasım’da vizyona giriyor.
Filmde, bir sabah kıyıya vuran Lenin heykeli kasabada büyük heyecan yaratıyor. Belediye başkanı, bir turizm beldesi yapmak istediği kasaba için bu heykeli kasaba meydanına dikmenin büyük bir kazanım olacağına
Sevgili Selim Bey,
Niyetim, Burcu Aktaş ile birlikte hazırladığınız Everest Yayınları’ndan çıkan “Düşüşten Sonra” adlı kitabınızı yazmaktı bu hafta. Mart ayında geçirdiğiniz rahatsızlığın ardından, hastane günlerini ve sonrasını edebiyatla kol kola anlattığınız, sevgili Burcu’nun derinlikli sorularıyla ilerleyen, araya sizin usta işi denemelerinizin konulduğu bu son derece çarpıcı ölüm-hayat hesaplaşmasını kalemim döndüğünce anlatacaktım. Ama kitap bittiğinde hissettiğim sizinle uzun uzun sohbet etme isteğiydi. Defalarca konuk olduğum şahane sofralarınızda yaptığımız gibi.
“Bugün, dün de öyleydim, melankolinin müthiş etkisi altındayım. Bunu yenemiyorum. Hiçbir zaman yenemedim. Tekrar bir şey olacakmış gibi geliyor” demişsiniz. Kitabı satır satır, sesinizi duyarak okudum Selim Bey. Anlattıklarınızı can kulağıyla dinledim. Hastalık sonrası melankolinizi anlamaya çalıştım. Evet haklısınız, bir şey olacak hayatınızda. Ama iyi bir şey olacak. Bu kadar derin bir altüst oluştan, insanın büyük bir güçle çıktığına defalarca tanık
Son bir aydır adını sık sık duyuyordum Ülker Abla’nın. Nihayet bu hafta tanıştık. Hikâyesini dinledim, onu yakından tanıma fırsatı buldum. Çok da sevdim. Ülker Abla, baba dayağından kaçarken koca dayağına maruz kalmış binlerce kadından biri. Oğlunun askere gittiği günün gecesinde, oğlundan çekindiği için iki yıl boyunca dayak mesaisine ara veren kocası, yeniden iş başı yapıyor. O gece hayatının kararını veriyor Ülker Abla. Kapıyı usulca kapatıp geceye karışıyor. Geceleri sokaklar tekinsiz olur kadınlar için malum. Ülker Abla’da cep delik cepken delik. Nereye gitsin kadın?
En iyi bildiği yere gidiyor, kocasının kolunu bacağını kırdıktan sonra sık sık yolunun düştüğü ve avucunun içi gibi bildiği bir devlet hastanesine. Yemek ve uyumak için kıvrılacağı hastane koltuğu hatrına gönüllü refakatçiliğe başlıyor. Kimsesiz hastaların altını temizleme, ilacını verme, ona can yoldaşlığı yapma gibi bir görev tanımı var. Hayatta kalma bilgisi kuvvetli bir kadın Ülker Abla. İnsanlarla iletişimi de çok kuvvetli. Başlangıçta hemşireler,