Yazma serüvenim ilkokul yıllarımda başladı. Ortaokul ve lisede edebiyat öğretmenlerim tarafından takdir edilen metinlerimle devam etti. Yazma deneyimini özgürce yaşadığım günlüklerim, kâğıdın kalemle buluşmasının beni ne kadar mutlu ettiğine dair bölümlerle doluydu. 1992 yılında Mimar Sinan Üniversitesi matematik bölümünü bitirdiğimde önümde iki seçenek vardı. Ya sistem analisti olacaktım ya da pedagojik formasyon da aldığım için matematik öğretmeni. Oysa içimden geçen yazmaktı. Sadece yazmak. Ne yazık ki yazarak yaşamak lükstü yeni mezun bir matematikçi için. Ama vazgeçmedim. Durumu kabullendim. Geçimimi sağlamak üzere matematik öğretmenliğine başladım.
Bu süreçte ekonomik özgürlüğüm için harcadığım mesaiden artırdığım her bir anı yazmaya ayırdım. Roman ve öykü denemeleri yazdım. Okul çıkışlarında bir kültür sanat dergisinde haberler yaptım. Yazıyordum ve çok mutluydum. 8 yılın sonunda, artık yazarak yaşayabileceğime inandığımda öğretmenliği
1944 yılı. Genç bir kız Ankara Devlet Konservatuvarı’nın kapısından giriyor. Yıldız Kenter. Beş yıllık eğitimini dört yılda tamamlayarak mezun oluyor. Devlet Tiyatrosu kadrosuna giriyor. 1952’de Rockefeller Bursu’yla Amerika’ya gidip oyunculukta yeni teknikler üzerinde çalışıyor. 1955’te yüksek dereceyle bitirdiği konservatuvarın ardından kardeşi Müşfik Kenter de onun izini sürüyor. Ankara’nın ardından İstanbul serüvenleri başlıyor. 1959’da arkadaşlarıyla Kent Oyuncuları’nı kurmalarıyla birlikte uzun bir tiyatro hikâyesi başlıyor. Peki sonra? Sonrasını anlatan şahane bir kitap çıktı geçtiğimiz hafta: “Kâmran Yüce’nin Arşivinden Kent Oyuncuları’nın Kuruluş Hikâyesi (1959-1986)”. İstanbul Belediyesi Büyük Şehir Yayınları’ndan çıkan kitabın yazarı, topluluğun entelektüel beyni olan, oyunculuğunun yanı sıra tiyatronun dergi, afiş, ilan, basınla ilişkilerini yürüten Kâmran Yüce’nin kızı Deniz Yüce Başarır. Deniz benim arkadaşım. Yayıncı ve gazeteci olarak başlayan
Doğu Anadolu’da bir yatılı bölge ilköğretim okulu. Farklı yaşlardan erkek öğrenciler haftada bir günle sınırlı olan banyo günündeler. Dışarısı eksi 35 derece. Kar yolları kaplamış, durmaksızın yağıyor. Kaloriferler bozuk. Banyo sırasında birbirleriyle şakalaşırken tas kavgasına tutuşan üç öğrenci, görevli öğretmenden soğuk suyla yıkanma cezası alıyor. Tas tas soğuk su döküyorlar başlarına, ilikleri kemikleri donarak.
İçlerinden en küçüğü Mehmet, ertesi gün yatağından çıkamıyor. Oda arkadaşı Yusuf, nöbetçi öğretmene durumu anlatıyor. Pek oralı olmuyor hoca. “Revire götür” diyor, bıkkın bir sesle. Yusuf, kar altında arkadaşını düşe kalka revire taşıyor. Revir de buz gibi bir oda. Kapı girişine su birikmiş, içeri giren herkesin ayağı kayıyor ıslak zeminde.
Kimsenin ne işe yaradığını bilmediği birkaç ilaç var ecza dolabında. Revir görevlisi de üst sınıflardan bir öğrenci. Mehmet’e aspirin vermek dışında bir şey gelmiyor elinden. İlacın ardından Mehmet’in bilinci kapanıyor. Yusuf
Harem hikâyeleri üzer beni. Tarihte, büyük bir ihtişamın içinde kadının adındaki yokluğun en belirgin olduğu yer harem, bana kalırsa. Hanedan erkekleri için eğitilen gencecik kızlar. Eğitim dediğim, ‘saray terbiyesi’ olarak bildiğimiz, okuma yazmadan çok, raks, yürüyüş, ahenkli endam, zarafet, el işi, sarayın usul ve âdetleri hakkında verilen dersler. Tek tip bir kariyer planı söz konusu; ‘padişahın’ eşi olabilmek. Eşlerinden biri. Ve daha da önemlisi dörde bölünen padişahın kalbindeki en büyük parçaya sahip olmak. Zat-ı şahanelerinin evlilik dışı ilişkilerindeki birbirinden güzel cariyelere de dikkat etmek gerek. Bu da entrika bilmek anlamına geliyor. Yani kadının kadının kurdu olması kaçınılmaz. Varoluşsal bir kadın inşasına rastlamak zor. Bunun nadir örneklerinden biriyle, Doğan Kitap’tan çıkan Şaziye Karlıklı’nın yazdığı “Son Kadın”da karşılaştım bu hafta.
Köşe bucak kaçıyor
Kitap, son Osmanlı padişahı Vahdettin’in son eşi Nimet Hanım’ın hikâyesini anlatıyor. Bu kurmaca
Şakir Paşa Ailesi’nin, Şirin Devrim’in ifadesiyle “harika çılgınlar”ın en özel ferdi Fahrelnissa Zeid. Otoriter, kafasını koyduğunu yapan, dikbaşlı ama rengârenk bir karakter. Bir gün, abisi Cevat Şakir’in, çini mürekkebiyle kız arkadaşının resmini yapışına tanık olur ve büyülenir. Kalemin kâğıda döktüğü portre karşısında duyduğu hayranlıkla resim yapmaya başlar. Henüz 11 yaşındadır, resme duyduğu aşkı 89 yaşına dek yaşayacağından habersizdir.
13’ünde İstanbul’da kızlar için kurulan güzel sanatlar akademisi İnas Sanayi-i Nefise Mektebi’ne kaydolur. Sekiz ay sonra yazar ve Tütün Rejisi Umum Müdürü İzzet Melih’in evlenme teklifiyle okulu yarıda bırakır. 1920 yılında evlenirler. 3 yaşındaki oğlunu kızıldan kaybetmesinin ardından Nejad ve Şirin adlı iki çocuğu daha olur. Evlat acısıyla resme döner; resimle dayanmaya çalışır, hayata tutunmaya…
Terapi nesnesi resim
Eşinin işi nedeniyle gittikleri Paris’te akademiye kaydolup yeniden dersler alır, tekniğini geliştirir. İstanbul’a
Lou Andreas Salome. Onu ilk 1800’lerin sonuna doğru Lucerne’de çekilmiş bir fotoğrafta gördüm. Üniversiteyi bitirdiğim yıllar. 1990’ların sonu. Duygu Asena’nın estirdiği feminizm rüzgârıyla başım dönmüş bir halde fotoğrafa baktığımı, gözlerimin yuvalarından çıkarak fotoğraftaki kompozisyona odaklandığını bugün gibi hatırlarım. Nietzsche ve filozof arkadaşı Lou Reed, iki tekerlekli bir arabayı çekiyor, arabada elinde kırbacıyla bir kadın oturuyordu. Erkeklerin çektiği arabaya yön veren bu kadının Lou Salome olduğunu öğrendim. 20’li yaşların başında olmam nedeniyle kompozisyonu doğru okuyacak bir birikimim yoktu. Kırbaç simgesi hoşuma gitmemişti. Nietzsche’yi öyle görmek de. Kimse kimseye şiddet göstermemeliydi. Kadın eşittir erkek. Velhasıl Salome’ye biraz önyargılı baktığımı hatırlıyorum. Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt”te “Kadına mı gidiyorsun? Kırbacını unutma” sözünü okuyunca yaşadığım hayalkırıklığını da. Neyse yaşım ilerledikçe, o sözün aslının
Dünyaya geldiğimizde ilk temasta bulunduğumuz kişi olan annemizin gözleri… O ilk bakışma anı. Hayatla, insanlarla ve kendimizle kuracağımız ilişkinin yönünü belirleyecek insanın gözleriyle buluşma. İlk bakışta aşkın en sahicisi. O tek bakışla başlayan bağlanmamız. Anne ve bebek kokusunun birbirine karıştığı muhteşem dakikalar. Annemizin gözlerinde gördüğümüz kendimizin, onun tarafından görülmenin verdiği güven duygusu. Ardından gelen saatler, haftalar, aylar, geçen birkaç yıl hayati öneme sahip. İlk sevgi nesnemiz olan annemizle yaşamaya başladığımız ilişki, yetişkinliğin mihenk taşı. Bizi ne kadar çok sever, o sevgi içinde ne kadar çok güven verirse, ileride aynı oranda sevileceğiz, seveceğiz, güven temelli ilişkiler kuracağız. Başta da söylediğim gibi hayatla, insanlarla, kendimizle.
Ne yazık ki her zaman böyle olmuyor. Her çocuk annesiyle güvenli ilişki kurma şansını yakalayamıyor. Şanslı bir azınlığın tüm fiziksel ve duygusal ihtiyaçları annesi tarafından karşılanırken, bir bölümü bu süreci
1886 yılı… Dostoyevski, içinde bulunduğu darboğazda büyük bir borç yükü, giderek artan göz bozukluğu, epilepsinin yarattığı sıkıntılarla mücadele etmektedir. Stellovski adlı yayıncı, kendi yayınevinde yayımlamak üzere Dostoyevski’ye bir novella sipariş eder. Çok masum bir sipariş değildir bu aslında. Yayıncı yazarın tüm borçlarını ödeyecek, ona iki yıl boyunca yaşamını idame ettirecek bir gelir sağlayacaktır. Buraya kadar sorun yok. Ama ola ki Dostoyevski, iki yılın sonunda kitabı yayıncıya tam gününde teslim etmezse, yayımladığı ve yayımlayacağı tüm kitapların haklarını Stellovski’ye karşılıksız olarak verecektir. Çok zor durumda olan Dostoyevski teklifi kabul eder.
25 günde bir novella
Tam 23 ay boyunca eline kalemi almaz. Madden rahatlamış ve bunun tadını çıkarmaya başlamıştır. Yazma motivasyonu yoktur. Ama gel zaman git zaman kitabın teslimine bir ay kala, alarm zilleri çalar. Kitaplarının tüm haklarını kaybetmek üzeridir. Ona yazması için yardım alacağı stenograf Anna Grigoryevna Snitkina ile çalışmaya başlar. (Daha