Bertan-Jale Kamoğlu çifti. Çocukluğumun, ilk gençliğimin en özel insanlarındandılar. Kızları Gamze mahalledeki en yakın arkadaşımdı. Jale Abla beni “Şeker Portakalı” ile tanıştırdı. Bertan Amca, Metin Akpınar Zeki Alasya videoları ile. Üstüne titrerdi o VHS videoların. Gamze’yle birlikte okul çıkışı en büyük eğlencelerimizden biriydi onlar. Defalarca izler, ilk kez izliyormuşçasına katıla katıla gülerdik. Bizim kuşağın çocukları, gençleri için de durum farklı değildi. Replikleri ezberleyip birbirlerine söylemek sonra yine gülmek dönemin en popüler trendiydi. Biz farkına varmasak da çok derin mesajlar alırdık. Bu mesajlar zihnimize kendiliğinden işlerdi gözümüzden yaş gele gele gülerken. Şimdiki çocukların sosyal medyada izlediği videolara bakıyorum da biz 70’li yıllarda doğanlar şanslı bir kuşaktık. Kültürel formasyonlarımızın harcında Metin Akpınar, Zeki Alasya ve onların sözcülüğünü yaptığı ‘zekâ’ vardı. Bir o kadar da şanssızdık, Devekuşu Kabare
Korona başladığından bugüne sanattan uzak kaldım diye yakınmadım hiç. Evimi bir sanat mekânı olarak kullandım. Dijital platformlardan tiyatro oyunları ve filmler izledim, müze ve sergi gezdim, konserler dinledim. Böyle de oluyormuş işte, trafiğe takılmak yok, geç kaldım paniği yok, evin konforu da bir başka canım filan dedim. Buna inandım da. Geçtiğimiz salı anladım ki, zihnimin mevcut şartlara uyum sağlayabilmem için ürettiği bir teselliden ibaretmiş tüm bunlar. Öyle olmuyormuş meğer. Fiziksel mekânlarda sanat etkinliklerini deneyimlemenin tadı başkaymış.
Peki salı ne oldu? Önümüzdeki yıl 50 yaşına girecek olan Milliyet Sanat dergisi için planladığımız bir dizi organizasyonun ilki için Ayvalık’a gittim. Ayvalık Ayazması’nda Sabiha Kurtulmuş koordinatörlüğünde fotoğraf sanatçısı Ali Kabaş’ın “Yabani- Untamed” adlı sergisinin açılışını yaptık. Sergilenen fotoğraflar, son iki haftadır yanan ormanlarla birlikte küle döndüğümüz günlerin ardından şifa niteliğindeydi. Modern şehir hayatı içinde
Ayşe Kulin, ömrünün sonbaharını anlattığı Everest Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı “Hazan”a Adonis’ten iki dizeyle başlıyor:
Ne gördün ey âmâ?
Ne kadar az imiş dünya ve ben ne kadar az imişim orada!
Ve diyor ki: “Her bir insan gibi ben de uçsuz bucaksız bir kozmosta ne kadar kifayetsiz ve önemsizdim”. 80 yıl yaşadıktan sonra “Ne kadar az imiş” dünya diyebilmek ve kendi azlığına dikkat çekmek. Üstelik onca yıl ‘çok’larla geçmişken. Çok sevilen bir yazar olmuşken, kitapları çok satmışken, insani değerlerin hakkını çok vermişken, çok dik bir duruşu hiç eğilip bükülmeden onurlu bir şekilde bir ömür sergilemişken. Bu alçakgönüllüğün, bu zarafetin adı Ayşe Kulin.
Pek çok kifayetsizin grandiyöz düşüncelerle kendilerine inşa ettikleri Kaf Dağı illüzyonu içinde kıra döke ilerlediği dünyada 80 yaşına girdi Ayşe Kulin. Bu 80 yılın bilgeliğiyle kaleme almış “Hazan”ı. Aslında “Hazan”,
Nâzım Hikmet, Münevver Andaç çiftinin oğlu ressam Mehmet Nâzım. Hakkında hemen hiçbir şey bilmediğimiz. 14 Ekim 2018’de babası gibi kalp rahatsızlığı nedeniyle Paris’te hayata veda eden. 67 yıllık yaşamı boyunca babasını susan Mehmet! Vaktiyle annesiyle birlikte kaçtıkları Varşova’dan defalarca istemesine rağmen Türkiye’ye dönmesine izin verilmeyen, memleketine küskün Mehmet. Tıpkı babasına olduğu gibi.
Mehmet Nâzım’la yapılan ilk ve tek röportaj 1970 yılında Milliyet gazetesi yazarları Halit Çapın ve Orhan Türel tarafından gerçekleştirildi. Şöyle sona eriyordu o röportaj: “Ve Memet. Daha sağını solunu bilmeyen. ‘Babam da pek bilmezmiş sağını solunu’ diyen Memet… Hüzünlü bakışlı, kulakları ağır işittiği için bağıraraktan konuşan, ‘Ben burada Slavlaşıp gideceğim. Çok yalnızım’ diyen Memet… Babasına hınçla karşı çıkan Memet. Belki babasını çok ama çok seven Memet”.
Aynı röportajda şöyle der Mehmet: “Babam Ruble
Adı Fatma Kayacı. Nam-ı diğer Robinson Nine. 86 yaşında. Tam 56 yıldır Trabzon’un Tonya ilçesine bağlı yaklaşık 2 bin metre yükseklikteki Karakısrak Yaylası’nda tek başına yaşıyor. Çok çocuklu bir ailenin kızlarından. Biraz dikbaşlı, özgür ruhlu, bildiği yoldan şaşmayan. Niye bilinmez babası evlendirmek istemiyor Fatma’yı. Gel zaman git zaman, Fatma ile ailesi arasındaki kuşak farkı büyüyor. Belli ki Tonya’nın erken dönem feministlerinden Fatma. Alıp başını yaylaya çıkıyor. Arada kardeşleri, ailesi ziyaret ediyor ama o tek tabanca yaşamayı çoktan göze almış durumda. Bu süreçte, abisinin oğlu Ali Haydar en kıymetli misafiri oluyor. Oğlu gibi seviyor saralı bu tatlı çocuğu. Annesinden, babasından daha fazla emeği geçiyor ona. Ama Ali Haydar ele avuca sığmaz bir çocuk. O kadar ki bazen onu ağaca bağlayıp işlerini görmeye devam ediyor Fatma Kayacı. İnsanın nefesini kesen zor bir coğrafyanın güçlü Karadeniz kadınlarından biri o. Doğaya adeta kafa tutarak, önüne serdiği güçlüklere meydan okuyor..
Can yoldaşı kedisi
A
"Kuğuların ölüm öncesi ezgileri, yalpalayan hayatımın kara çarşaflı bekçi gizleri " olarak tanımlar şiirini Nilgün Marmara. Bendeki tanımı ise yine bir başka şiirinde saklıdır: “Çiçek dediğin kapalı durur-Yoksa vaktini soğuruyorlar saatinin- Ya suyla ya karayla - Bütün sevgililer”. Öyle kapalı bir çiçek gibidir Marmara’nın şiiri. Rengi tam, rayihası baş döndüren. Ama hemen açmaz kendini. Kavruk akıl, üzünç kemiği, yoksul çocukluk mavisi, sevi çanı, eskil beşik, poplin elli çocuk, martı balesi, meraklı güve, katmerli içkinlik, ucuz ben, çığlık tünelleri, yontusal dinginlik.. Kendine has imge ve metaforlarıyla vaktini soğurmasına izin vermez kimselerin, sevgililerin ne suyla ne karayla. Kapalı bir güzellik olarak dize dize işler Türkçeyi şiire. Sık sık okundukça, o imgelerle hemhal olundukça aralar yapraklarını. Muazzam bir bilinç akışı tekniği vardır dizelerinde. İçine kapalı şiirinin içindeki dışa dönüklüğün izini sürmek
Çocukluğumdan bu yana tıbba ve doktorlara büyük saygı duyarım. Bu alanda, uzman olmayan okur için kaleme alınmış kitaplardan çok şey öğrendim. 1999’da babam beyin kanaması geçirdiğinde ise beyin denen organın nasıl mucizevi, nasıl olağanüstü olduğuna, en yakınımın kaybettiği, sonrasında yeniden çocuk gibi öğrenmeye başladığı fiziksel ve zihinsel yetiler üzerinden şahitlik ettim. O günden sonra da beyinle ilgili, yine uzmanlığı olmayan insanlar için yazılmış kitapları okumaya başladım. Okudum, okudukça büyülendim.
İki beyin arasında
Bu kitaplar içinde beni en çok etkileyenlerden biri 2000 yılında bir solukta bitirdiğim, nöroşürirjinin efsanevi isimlerinden Prof. Dr. Gazi Yaşargil’in yazdığı “Bir Beyin Cerrahının Meslek Yaşamı, Düşünceleri ve Anıları” oldu. Dünyanın parmakla gösterdiği bir beyin cerrahının Diyarbakır’dan Amerika’ya uzanan muazzam yaşam öyküsü. Bu kitapta nöroşürirji ameliyatını şöyle tarif ediyor Yaşargil: “Bir insan beyni, hastanın beynine yardım
Ben henüz maskemi takıp sinema salonlarının mesafeli oturma düzeninde film izlemeye hazır değilim. Ama beyazperdeyi, karanlık salonları, patlamış mısır kokusunu, sinemadan çıkıp şehrin sokaklarında filmden bana kalan duyguyla dolaşmayı çok özledim, o ayrı. Şimdilik İstanbul Film Festivali’nin çevrimiçi gösterimlerinin yanı sıra online platformlarda daha önce izlemediğim filmlerle idare ediyorum. Bu hafta MUBI’nin filmlerini incelerken karşıma 2016’da gösterime girdiğinde kaçırdığım François Ozon’un “Frantz”ı çıktı. “Günün Filmi” kategorisinde ona rastlamamla “izle” butonuna basmam bir oldu.
Korumacı tavır
Film, 1919’da Almanya’nın küçük bir dağ kasabası olan Quedlinburg’da geçiyor. 1. Dünya Savaşı sırasında nişanlısı Frantz’ı kaybeden Anna’nın, bir çiçek demetiyle onun mezarını ziyaret edişini görüyoruz. İçinde ölüsü olmayan sembolik bir mezar bu. Frantz’ın naaşı cephede savaştığı Fransa’da kalmış, bir toplu mezarda. Ama