Sabah kahvaltısından sonra annemle birlikte kollarına girip kaldırıyoruz babamı. Kalkıyor, sonra bırakıveriyor kendini koltuğa. Üçüncü denemede dik durabiliyor. Minik adımlarla, büyük zorluklarla ön bahçeye çıkarıyoruz. Onu her böyle gördüğümde haftanın üç günü halı sahada yaptığı maçları izlediğim, gol attıktan sonra sahayı boydan boya turlayan genç, çevik babama hayranlıkla baktığım çocukluk günlerim geliyor aklıma. İçim cız ediyor.
Sıkıcı ve yoz dünyalar
Pandemiden bu yana yazlık evdeler. Babamın saç sakal traşı anneme emanet. Kiraz ağacının altındaki bir sandalyeye özenle oturtuyoruz. “Sen git çalış” diyor annem. Onları bahçede baş başa bırakıyorum. Genç kızlık odama çıkıp, bu hafta yazmayı planladığım Yekta Kopan’ın yeni kitabını okumaya devam ediyorum. Kitabın tanıtım yazısında vurgulandığı gibi “Yetişkinlerin sıkıcı ve yoz dünyasına sığmayan, hayata taptaze bakan, yaralı olmasına karşın sorgulamaktan geri durmayan çocuklar”ın anlatıldığı sıcacık bir
Ahmet Ümit’in göz alabildiğine uzayan imza kuyrukları Türkiye’nin dört bir yanındaki evlerinde sıraya girmiş, nefeslerini tutmuş, yazarın 15 Haziran’da Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkacak yeni romanı “Kayıp Tanrılar Ülkesi”ni bekliyor. Hayatın en tatlı beklemelerinden biri de bu olsa gerek: Sevdiğin yazarın kitabı için gün saymak. Zor bir yanı da yok değil hani. Ama salı gününe şunun şurasında ne kaldı ki? Biraz daha sabır. Değil mi ki edebiyatın, arkeolojinin ve mitolojinin bereketli kaynaklarından beslenen usta işi bir Ahmet Ümit polisiyesi geliyor.
Bergama’dan Berlin’e
Roman, en sürprizli karakterinin ifadesiyle özetleyecek olursam, bir antik şehrin bir ailenin hayatını nasıl etkilediğinin hikayesi. 60’lı yıllarda Bergama’dan Almanya’ya işçi olarak göç eden Ölmez Ailesi’nin. Kitap, aile üyelerinden Cemal Ölmez’in evinde ölü bulunmasıyla başlıyor. Vahşice işlenmiş bir cinayet! Cinayeti sorgulayan Başkomiser Yıldız Karasu. O da bir göçmen kızı. Berlin’de doğmuş
Türkiye’deki erkeklerin büyük bir çoğunluğunun rahatsız olduğu sıfatlardan biri de hiç kuşkusuz “feminist”. Bu sıfatı adının önünde gururla taşıyan kadınlar yıllardır sürdürüyor eşitlik mücadelelerini. Bu süreçte feminizmin ne olduğunu tanımlamak kadar ne olmadığını da sürekli anlatmak zorunda kalıyorlar. Kadının erkekten üstün olması anlamına gelmediğini. Erkek düşmanlığı olmadığını. Çirkin kadınların oluşturduğu bir platform olarak ifade edilemeyeceğini. Ailenin reisinin erkek olmasına karşı çıktıklarını. Bu kurumda eşit söz hakkının önemini. Uzar gider bu liste. Yazık ki 2021’de de feminizme mesafesini koruyanların önyargıları, çarpıtmaları tamamıyla kırılmış değil. Aldıkları uzun ve başarılı yola rağmen feminist kadınlar hâlâ feminizmin ne olduğunu açıklamaya çalışıyorlar. Gelinen noktada bir feminizm kabulü var elbette. Ama bu kabulün hemen ardından erkeklerden gelen şu soru hiç eksik olmuyor: “Ama o koyu feministlerden değilsin, değil mi?” Meali, konfor alanımı bozmazsın
"Rüzgâr uzak karanlıklara sürmüş yıldızları
Mor kıvılcımlar geçiyor dağınık yalnızlığımdan
Onu çok arıyorum, onu çok arıyorum
Her yerimde vücudumun ağır yanık sızıları
Bir yerlere yıldırım düşüyorum
Ayrılığımızı hissettiğim an demirler eriyor hırsımdan
Ay ışığına batmış karabiber ağaçları gümüş tozu
Gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar yaseminler unutulmuş
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Modern Türk Edebiyatı Klasikleri adı altında başlattığı serinin ikinci kitabı olarak Leyla Erbil’in “Mektup Aşkları”nı yayımladı bu yılın başında. Kitap gelir gelmez, diğer Erbil kitaplarının yanında yerini aldı kütüphanemde. Romanı 1990’ların başında okumuştum. Yayınevinden gelen, sert kapak kitap baskısıyla hazırlanmıştı. Kapağında karakalem bir Leyla Erbil vardı. Kitap sayfalarında kullanılan kâğıdın kalitesi, kokusu, mektup türünde yazıldığıdan her mektup için seçilen birbirinden özel yazı karakterleri; özetle bir içim su gibiydi bu yeni baskı. Eminim Leyla Erbil görse çok severdi. Önümde uzun bir okuma listesi olduğu için beklemek zorunda kaldım, iki ay boyunca kitabı her görüşümde iç çekip durdum. Derken bu hafta okumaya başladım. 20’li yaşlarda yapılan okuma deneyimi ile bugünkü arasında dağlar kadar fark var elbet. O yüzden bazı kitapları bir defa okumayı kabul etmiyorum; yeni yaşlara denk düşen yeni okumalarla epey zenginleşiyor okur. “Mektup
Bu pazartesi yeni çıkan kitaplar arasında dolaşıp içlerinden birini yanıma alamadan son verdim geziye. Instagram’a girdim sonra. Bir türlü ikna olamadığım mutluluk halleri, like menşeli postlar arasında gezinirken, “Edebiyat Terapi” adlı kitabı Doğan Kitap’tan çıkan Psikolog Mine Özgüzel’in sayfasında durdum. Siyah beyaz bir Hermann Hesse fotoğrafının altında şöyle yazıyordu: “Pek çok kişinin yürüdüğü yolu değil, kendimize özgü olanı inatla izlemeliyiz. Başkalarının peşine takılmak, başkalarına ayak uydurmak değil. Tutkularımıza tutunmalıyız. İnsanın özbenliğini işleyen Hermann Hesse’nin ‘Peter Camenzind’ini okumalıyız”.
Dünyayı görüp tanımak
Aradığım kitabı bulmuştum. Hemen bir kitap sitesine girip sipariş verdim. Can Yayınları’ndan Kamuran Şipal çevirisiyle çıkan Hesse’nin ilk romanı “Peter Camenzind” iki gün sonra elimdeydi. Usul usul, iddiasız başladı roman. İsviçre’de bir dağ köyünde yaşayan Peter Camenzind’in çocukluğunun izini
Psikanaliz tarihinin Freud’dan sonraki en etkili kuramcılarının başında Melani Klein gelir. Klein nesne ilişkileri okulunun kurucusudur. Klein’ın en bilinen metni ise Metis Yayınları’nın yayımladığı “Haset ve Şükran”. Psikanaliz tarihinin önemli çalışmalarından biri olan bu metinde insandaki iyi ile kötünün mücadelesi haset ve şükran kavramları üzerinden anlatılır. Klein haset ile kıskançlık arasındaki farka dikkat çeker. Hasedi şöyle tanımlar: “Haset arzulanan bir şeyin başka birine ait olduğu ve bize değil de ona haz verdiği inancının yol açtığı kızgın bir duygudur. Hasetli itki o istenen şeyi sahibinden çekip almaya, bozmaya ya da kirletmeye yönelir”.
Haset ve kıskançlık arasındaki fark
Peki ya kıskançlık? Onun tanımına geçmeden hasedin öznenin sadece bir kişiyle olan ilişkisiyle ilgili olduğunu vurgular Klein. Kıskançlıkta ise öznenin en az iki kişiyle ilişki içinde olması gerekir: “Özne kendi hakkı olan sevginin rakibi tarafından elinden alındığına ya da alınma tehlikesiyle karşı karşıya
İstanbul Film Festivali 40. yaşına gözleri dolu dolu bir nisan sabahı girdi. Arada bahar gibi gülümsese de gözünün yaşı eksik olmuyor bu yılki nisanın. Pandemiden mütevellit olduğunu söylemek konuyu romantize etmek gibi durabilir ama sanki bunun da payı var. Art arda gelen vefat haberlerini, her geçen gün yükselen vaka sayılarını, koronanın evimizin eşiğine kadar gelip oturmasını düşünürsek... Yine de buruk geçen kırkıncı yaşında çevrim içi yayınlarla Onat Kutlar’ı teyit etmeye devam ediyor: “Sinema bir şenliktir”. Hem daha bunun mayısı var, haziranı var, sinema salonlarında, açık hava sinemalarında devam etme şansı var. Bir ihtimal daha var!
Bu hafta festivalin Belgesel Kuşağı bölümü kapsamında gösterilen “Sundays-Pazar Günleri”ni izledim. Çok dokunaklı bir varoluş hikâyesi. Belgeselleriyle tanınan Alethea C. Avramis, ailesine dair kişisel bir hikâye anlatıyor belgeselde. Avramis, ABD’de 30 yıl boyunca Rum Ortodoks kilisesine mensup bir papaz olarak çalışan babası Peder Tom’un aniden