14 Şubat Sevgililer Günü ile ilgili birçok rivayet var. Bunların en bilineni ve kabul göreni MS 3. YY’a dayanıyor. Dönemin Roma İmparatoru Claudius II, ordusunu güçlendirmek için genç erkeklerin evlenmesini yasaklıyor. Aziz Valentine bu yasağa karşı gelip gizli nikahlar düzenleyerek gençleri evlendirmeye devam ediyor. Claudius bu ihaneti affetmiyor ve Aziz Valentine’ı M.S. 270 yılında 14 Şubat’ta idam ettiriyor. Sevenleri birbirine kavuşturan bu azizin anısına 14 Şubat Sevgililer günü olarak kutlanıyor. Aşk adına tatlı bir saygı duruşu gibi görünüyor değil mi? Ama tabii aradan yüzyıllar geçiyor ve 14 Şubat ticari meta kaynağına dönüşüyor. Yılın en çok alışveriş yapılan aylarından biri haline geliyor şubat. Çiftler arasında evlilik yıldönümü, doğum günü kutlamaları kadar önem kazanıyor. Önemin göstergesi de şık bir hediye tabii. O kadar abartılıyor ki durum, sevgililer gününü unutmak ayrılık sebebi bile olabiliyor günümüzde. Sevenleri kavuşturmak için
Can Yayınları yeni bir roman serisine başladı. Adı “Klasik Kadınlar”. Bu seride “Dünya edebiyatının usta kalemlerinden, toplumsal yaşam dinamiklerine ve kadına bakışı değiştiren hikâyeler” yer alıyor. Bunlar edebiyat tarihinde çığır açmış klasik eserler. Devamının da geleceğini umduğum Klasik Kadınlar dizisi kapsamında yayımlanan kitaplar şöyle: “Jane Eyre” (Charlotte Bronte), “Madam Bovary” (Gustave Flaubert), “Eugenie Grandet” (Honore de Balzac), “Moll Flanders” (Daniel Defoe), “Aşk ve Gurur” (Jane Austen), “Uğultulu Tepeler” (Emily Bronte), “Son İnsan” (Mary Shelley), “Sicilya’da Bir Aşk Hikâyesi” (Anne Radcliffe).
Edebi şölen fotoğrafı
Utku Lomlu’nun hazırladığı şahane kapak tasarımlarıyla kütüphanede yan yana durduklarında edebi bir şölenin fotoğrafı gibiler. Çoğunu okuduğum halde, her birini yeniden okumakta kararlıyım. Kitaplar farklı yaşlarda okunduklarında farklı şeyler söyler okura. Bu serinin de bugün okuduğumda bana öğretecekleri var biliyorum.
Hal böyle
İnsanın kadim meselele-rinden biri de yalnızlığı. Oysa çoğunluğun mesele olarak gördüğü bu kavram çok da kıymetlidir, doğru yaşandığında. Gülten Akın “Dağ Havası” şiirinde şöyle der:
Ben yalnızlığımı gözlerim gibi taşıdım
Unutmak olmazdı unutmadım
Ben garip çingene oh olsun
Parlak tüylerinden önce tavusun
Çirkin bacağından haberli
Kendimi zorla onardım unutmadım
Çirkindi ellerim inceliğim yoktu
Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) üyeleri 2020’de Türkiye’de sinemalarda vizyona giren tüm yabancı filmler arasında Vaclav Marhoul’un, Jerzy Kosinski’nin “Boyalı Kuş” romanından sinemaya uyarladığı aynı adlı filmi yılın en iyi filmi seçti. “Boyalı Kuş” edebiyat tarihinin en hüzünlü hikâyelerinden birini bir çocuğun gözüyle alabildiğine naif, incelikli anlatan güçlü bir romandır. Anlatılan hikâye ağırdır ama Kosinski bunu bir duygu sömürüsüne dönüştürmeden, ustalıklı bir dilin zenginliğinde, insan psikolojisinin izini sürerek kaleme alır.
Roman 1939 yılı sonbaharında başlar. İkinci Dünya Savaşı’nın ilk haftalarında Orta Avrupa’nın büyük şehirlerinden birinde yaşayan altı yaşında bir erkek çocuk, annesi ve babası tarafından savaştan korunmak üzere uzak bir köye gönderilir. Önce yaşlı bir kadının evinde kalır. Ama kadın iki ay sonra ölür. Bu ölümü takiben ortada kalan çocuk dört yıl boyunca köy köy dolaşır. Sarı
Pandemi nedeniyle evde geçirdiğim zamanı kaliteli kılan platformlardan biri de MUBİ. İzlemediğim, izlemeye fırsat bulamadığım birçok filmi MUBİ’de görme imkânım oldu. Tek sorun, hangi filmi izlesem diye başına oturduğumda seçim yapmamın en az bir saati alması. Öyle devasa bir çeşitlilik var ki insan gerçekten seçmekte zorlanıyor. Bir de nedense, “Hadi bilmediğim bir yönetmen keşfedeyim” derken sık sık daha önce gördüğüm, çok sevdiğim filmlere dönüyorum. Geçen hafta Ingmar Bergman’ın “Yaban Çilekleri”ni izledim. Ölüm hakkında çekilmiş ‘en iyi’lerden biri olan bu filmi yeniden izleyebilmek büyük lükstü. Bazı kitaplar farklı yaşlarda yeniden okunmalı, bazı filmler de yeniden izlenmeli diye düşünürüm hep. Pandemi boyunca nefesini hep ensemizde hissettiğimiz ‘ölüm’ün ardından “Yaban Çilekleri”ni izlemek gibi. Eski bir filmin yeni şeyler söyleyebileceğine şahit oluyor insan.
Yine bu hafta MUBİ’de gezinirken Krzysztof
Ne güzel bir kadındı Gülriz Sururi. İsmiyle müsemma; gül saçan, güller dağıtan, gerekli gördüğünde dikenini de sakınmayan. Bir modern zamanlar bilgesiydi. İnsan olmanın temel meselelerini çok genç yaşta çözmüş, derinlik bilgisi alıp başını yürümüştü. Hayat bilgisi defterinin sayfalarındaki hikâyeler paha biçilmezdi. Renk skalasının her tonuna hâkimdi anlatısı. Bazen de kara kalem çalışırdı. Kıldan ince, kılıçtan keskindi yolu. Yol arkadaşları bunu bilirdi. Küsmek, darılmak olmazdı.
Onu “Keşanlı Ali Destanı”nda izlediğimde hayran olmuştum. İlk anı kitabını okuduğumda daha da katlanmıştı bu hayranlık. Gel zaman git zaman, söyleşiler yapma imkânım oldu kendisiyle. Daha sonraları onunla aynı sofrada bulunma şansına eriştim. “Gülriz Sururi der ki” diye başladığım çok özel cümleler hediye etti bana. Onu tanımak hangi kuşaktan olursanız olun büyük bir lütuftu. Ben payıma düşeni yaşadım. Sırada bizden sonrakiler var. İki yıl önce bir yılbaşı gecesi sessizce veda edip gitmek
2020 ahir ömürlerimizin en unutulmaz yılları listesine girdi bile. Kendisinden çok şey öğrendik. Ama kabul edersiniz ki öyle kalplerimizde taşıyacağımız şefkatli öğretmenlerden değildi. “Heidi”deki Clara’nın mürebbiyesi Bayan Rottenmeier gibiydi daha ziyade. Soğuk yüzlü, monoklunun ardındaki gözleri şiddetle bakan, sert, acımasız, soğuk, renksiz, duygusuz... Ama iyi bir öğretmendi hiç kuşkusuz. Güleç, babacan Noel babaların getirdiği ışıltılı, merhamet dolu birçok yıldan daha fazla bilgisi vardı hayata dair. Başımıza kaka kaka, bağıra çağıra, sopasını sakınmadan aktardı her birini. Buradan hareketle Milliyet Pazar ekinin kapağını “2020’den ne öğrendik?” konusuna ayırdık bu hafta sonu. Sağlıktan spora, edebiyattan sinemaya farklı alanlardaki 30 kişiye bu soruyu yönelttik. Ortaya altı çizilesi, hepimiz için ders niteliği işlevi görecek cümleler çıktı. Okumanızı isterim.
Haberi yayına hazırlarken aynı soruyu kendime de yönelttim. Siz de bunu yapın. Söz uçar yazı kalır; mutlaka yazın. Ben de yazdım. Yılın
Okunup kütüphaneye kaldırıldıktan sonra zaman zaman okurunun aklına düşen kitaplar vardır. Bir ses, bir koku, hatırlanmış olan bir anı çağırır onu. Kitap ve okur yeniden buluşur. Bu buluşmalardan birini bu hafta Pascal Quignard’ın yazdığı “Dünyanın Bütün Sabahları” ile yaşadım. İlk kez 1992’de üniversiteyi bitirdiğimde okumuştum. O gün bugündür kütüphanemdeki has bahçenin en kıymetlilerindendir. Zaman zaman elime alır, sayfaları arasında dolaşır, altını çizdiğim satırları okur, onunla yeniden bir araya gelmenin mutluluğunu yaşarım. Bu hafta da böyle oldu. Aslında aklımdan geçen, yeni yıla girerken bir hediye kitap önerisi yapmaktı. Art arda çok sayıda kitap geçti aklımdan. “Dünyanın Bütün Sabahları” da onlardan biriydi. Alain Corneau tarafından filme çekildiğinden bir de DVD’si vardı. İkisi birlikte şahane bir yeni yıl hediyesi olurdu.
Kitap, 17. yy’da yaşamış besteci ve viyola sanatçısı Sainte Colombe ve öğrencisi Marin Marais’nin arasındaki müzikal ilişkiyi ele alıyor.