Sait Faik’in “Yazma-saydım çıldırırdım” sözü çok yerli yersiz kullanılır dilimizde. Sait Faik’in yaşadığı koşulları bilmeden. Yani aslında bu lafı edenlerin büyük kısmı yazmasaydı değil çıldırmak, hayatlarında minik bir olumsuzluk bile olmazdı. Ama söz havalı; kullanınca bir Sait Faiklik mi geliyor insanın üstüne nedir? İyi yazar olmak için yazmayınca çıldırmak gerekmiyor hem. Yazmak bir maruzatı olanların işi. Bir dilekte bulunmak, arz etmek isteyenlerin. Ki onların maruzatında bir edinilmiş dert, tasa, umut, meydan okuma vardır. Arz edilen makam da okurdur.
Maruzatı olan 66 yaşındaki Ankaralı bir yazar, Nurhan Suerdem, İletişim Yayınları’ndan çıkan ilk öykü kitabı “Maruzatım Var” ile bu hafta 31’inci Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazandı. Maliye mezunu olan Suerdem yıllar yılı kurumsal hayatta çalışıp, yazıyla ilişkisini istifa dilekçesi, mektup, mail, kısa notlar seviyesinde sürdürdükten sonra 2013’te emeklilikle birlikte öykü yazmaya başlıyor. O güne dek yazar
Doğma büyüme Datçalı Orhan Karadağlı, 1990 yılında bir aile dostuyla Datça’ya gelen Can Yücel ile tanışıyor. “Ben burayı çok sevdim muhtar, beni Datçalı yapar mısın?” diye soruyor Can Yücel muhtara ve dostlukları başlıyor
“Pisi pisi otları rüzgarda
Nasıl sallanıyorsa bir yandan bir yana
Bizim muhtar da aynen öyle sallabaş
Hazretteki muhabbet dilsizlere ziyafet
Hem kol hem çengi hem de pantomima”
Şiir Can Yücel’in. Şiirdeki muhtar ise Orhan Karadağlı. Can Yücel’i Datçalı yapan adam. Bu yıl 78 yaşına girecek.
Doğma büyüme Datçalı Orhan Bey. “Orhan’ın Yeri” adında bir köy kahvesi var. Eski Datça’ya Can Yücel’in Mehmet Aksoy tarafından yapılan mezar taşının açılışı için gitmiştim. 20 yıl aradan sonra yine Eski Datça’da ve Orhan’ın Yerinde’yim. Asmalar altında, serin sular tadında, mavi sandalyeli beyaz masalı bir köy kahvesi burası. 30 sene önce babadan kalma bir bahçeymiş burası. Arkadaşlarının isteğiyle burayı çay bahçesi yapmaya karar v
Ayfer Tunç’un yeni romanı “Osman” ile beş muhteşem gün geçirdim. 500 sayfalık romanı günlere böldüm. Aslında bir bütün gün ve gecede bitirmek de mümkündü ve uykusuzluğa değerdi ama bu her romanda başıma gelmeyen tarifsiz güzellikteki okuma deneyiminin tadını uzun uzun çıkarmak istedim. Gece yatarken son düşündüğüm Osman’dı. Sabah kahvemi hazırlarken ilk aklıma gelen yine Osman. Ben “Osman”ı çok sevdim. Tunç’un “Yeşil Peri Gecesi”nden tanıdığım Osman’ı da. Onu anladım.
Kitap, bir caz barda piyanistlik yapan Osman’ın gece bar çıkışı, karşıdan karşıya geçerken bir kamyonun çarpması sonucu ölmesiyle başlıyor. Kitaptaki yazar anlatıcı, sahaflarda bulduğu Osman’ın birkaç defterinden o kadar etkileniyor ki onun hikâyesini yazmaya karar veriyor. Defterler, sayfalarının arasında bulduğu mail çıktıları, notlar rehberlik ediyor anlatıcıya. Okuduklarının izini sürerek Osman’ın yakın çevresine ulaşıyor, onlarla söyleşiler yapıyor. Velhasıl biz,
Mesaha-i sathiyye, müselles-i muhtelifül, zaciyetan-ı mütekabiletan-ı dahiletan, murabba, mütevazi-l-adla, şibh-i münfarih... Bu kelimelerin her biri birer geometri terimi olup Türkçe karşılıkları sırasıyla alan, çeşitkenar üçgen, iç ters açı, kare, paralelkenar, yamuk... Peki, bu son derece anlaşılır, kullanışlı Türkçe çevirinin arkasında yatan ismin Mustafa Kemal Atatürk olduğunu biliyor muydunuz?
Aslında her şey 1932 yılında Türk Dil Kurumu’nun kurulmasıyla başlıyor. Kurum ilk kurultayını aynı yıl gerçekleştiriyor. Bir yığın sorun masaya yatırılıyor. Bunların başında da dilde kullanılacak terimler geliyor. Amaç yazı dilini yabancı dillerden kurtarmak, öğrenmeyi kolaylaştırmak. Bilim, sanat, fen alanlarındaki teknik terimleri Türkçeleştirmek. Çünkü evde Türkçe konuşan çocuk okula gittiğinde bambaşka bir dille karşılaşıyor, onu öğrenmekte zorluk çekiyor. Okuryazarlık oranını düşüren en büyük etkenlerden biri de bu. Oysa Dil Devrimi’nin hedefi ülkede okuma yazma bilmeyen
Reyhan, Nurhan ve Havva. Üç kız kardeş onlar. Artvin’de dağların eteğine kurulmuş bir köyde babalarıyla birlikte yaşıyorlar. Reyhan 20’lerinde. Nurhan 15 olmalı. Havva da olsa olsa 12. Yani üniversite, lise ve ortaokul çağlarındalar. Fırsat eşitliğinin olduğu bir dünyada yaşasalardı öğrenci sıfatı taşıyacaklardı. Ama onların tek kimlikleri var: Besleme.
Anneleri öldükten sonra, çocuk denecek yaştayken babaları üçünü de kasabada farklı ailelerin yanına vermiş. Ev işleriyle ilgilensinler, çocuk baksınlar biraz da adap öğrensinler diye. Reyhan hamile kalınca geri gönderilmiş baba evine. Apar topar köyün yarım akıllı çobanıyla evlendirilmiş. Nurhan, evin oğlunu altına yapıyor diye dövdüğü için kovulmuş. Aralarında nispeten daha uyumlu olan Havva. Ama onun sonu da farklı olmamış; o da geldiği yere geri yollanmış. Üç kız kardeş yeniden bir aradalar. Taşra sıkıntısının kucağında. Ki onun kollarından inip gitmek istiyorlar; biri Ankara’daki teyzesine, diğerleri besleme gittikleri evlere. Ayağı fena vuran dar bir ayakkabıyı
Bu hafta evde hep “Attila Özdemiroğlu Besteleri” çaldı. 2016’da kaybettiğimiz bir müzik dehasının 60 yıllık sanat hayatından seçilen şarkılardan oluşan albümün alt başlığı “Müzik zaten anlatır her şeyi”. Sözlerinde Aysel Gürel’den Murathan Mungan’a, Sezen Aksu’dan Şanar Yurdatapan’a çok sayıda güçlü kalemin imzası olan şarkılar hayatımın çeşitli dönemlerine unutulmaz anılar bırakmış. Besteler ve sözler kol kola girip, kimi bir dönemin kırık acısına iyi gelmiş, kimi bir tutam yaşama sevinci olmuş.
Ama bu kez, sözlere değil, müziğe vererek dikkatimi, dinledim şarkıları. Besteleri dinledim. Albüm doğru söylüyordu, müzik zaten anlatıyordu her şeyi.
“Kalbim Ege’de Kaldı” misal. Ege, zeybek oynuyor sanki. Sonra dönüp sirtaki yapıyor. Hayata bir kere gelmişiz cümlesinin altını çiziyor. Hafifliyorum. Buzlu su içmek gibi kana kana, ağzın dilin kurumuşken. Göz kırpıyorum acısına, kederine. Geldiği gibi gider biliyorum.
Sezen Aksu’nun güzel
Kadına şiddet gibi kapanmasına bir türlü fırsat verilmeyen yaraya sanat yoluyla şifalı bir dokunuş da Sakıp Sabancı Müzesi’nden geldi. 7-15 Ağustos tarihleri arasında Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nin (SSM) ve Sabancı Vakfı’nın katkılarıyla düzenlenen Müzede Sahne etkinliğinin dördüncüsü “Adı Sanı, İsmi Cismi” başlığıyla topyekûn kadın temasını işliyordu.
2016’dan bu yana Emre Koyuncuoğlu’nun sanat yönetmenliğini üstlendiği Müzede Sahne tematik bir gösteri sanatları festivali. Bu yılki temanın kadın olarak belirlenmesinde amaç pandemi döneminde, evlere kapanılmasıyla birlikte artan şiddete maruz kalan, zorlanan, tehdit altında yaşayan ve hayatını kaybeden kadınların sesi olmaktı. Öte yandan etkinlik bununla kalmadı, mesleki alanda özel tiyatroları temsilen tiyatro sektöründeki üretim ve uygulama süreçlerinin iyileştirilmesi ile profesyonelleşmesini hedefleyen Tiyatro Kooperatifi’ni destekledi. Pandemide ağır darbe alan sahne sanatlarına anlamlı bir katkı sundu.
SSM’in
Gazete eklerinin geleneklerinden biri de bayram söyleşileridir. Bir ünlüyle bayram hakkında konuşulur, unutamadığı bayram anıları, bayram mesajları sorulur, bilirsiniz. Çoğunlukla o dönemin popüler bir ismiyle yapılır bu söyleşiler. Bazen, yaşını almış, dolu dolu yaşamış bilge kişilerle görüşülür, onların bayram hikâyelerine yer verilir. Milliyet Hafta Sonu eklerinde biz de aynı çalışmalardan çok sayıda yaptık, yıllar içinde. Geçtiğimiz pazartesi haftalık toplantımızda bayram söyleşisi için isimler havada uçuştu yine. Ama bir türlü karar veremedik. “Gelin bu kez bir çocukla konuşalım. Bugünün çocukları bayramı nasıl yaşıyor öğrenelim” dedim. Ekranın çocuk yıldızlarının listesini çıkardık. İlk tercihimiz oyunculuğuyla büyüleyen 9 yaşındaki Beren Gençalp’ti. Özlem Ülkü, Beren’le şahane bir söyleşi yaptı. Bugün Milliyet Pazar’da okuyabilirsiniz.
‘Sıkıcı bir teklif’
Bayramın ilk günü bahçede Beren’in söyleşisini