Evden çalıştığım; market, manav ya da eczaneye gitmek dışında hiç dışarı çıkmadığım, evi bir hapishane olarak değil, ‘yeni şeyler öğrenme’ fırsatı şeklinde yaşadığım son iki ay boyunca yalnızca bir tek gün isyan ettim. Duvarlar üstüme üstüme geldi. Çok ama çok üzüldüm. Kendimi sokaklara atıp saatlerce yürümek istedim. Canımın acısı geçsin diye. Buna neden olan bir kitaptı: Elzbieta Ettinger imzalı Oğlak Yayınları’ndan çıkmış “Bir Aşkın Anatomisi / Hannah Arendt, Martin Heidegger”. Olağanüstü bir kitaptı. Nefesimi tutarak okudum. Üstelik bir Pınar Kür çevirisiydi yani edebi bir şölendi. Velhasıl kitapta sorun yoktu. Sorun, dünyanın en kötü ilişki modeli olan bağımlı-narsisist birlikteliğine duyduğum hassasiyetti. “Hüsranı bir tek yerde kabul ederim, yaşamak mümkünken yaşayamamış olmakta” der Çetin Altan. Bu kitap tam da o yeri anlatıyordu. Hannah Arendt’in hüsranını.
Hannah Arendt’i birkaç kelimeyle tanımlamak zor. Tanıyanlar bilir. 20.
Bugün senin doğum günün. 70 yaşına giriyorsun. Son 26 yılına tanığım. Genç bir kızken elimden tuttun, yolun artık tartışmalı olan yarısını geçirttin, bugünlere kadar getirdin beni. Koruyarak, kollayarak, arkamda dağ gibi durarak, meşalenle ısıtıp ışıtarak. Sana gelinceye dek yazıp çiziyordum ama gazeteci olmam insana hep bir ‘eve dönmek’ duygusu veren seninle gerçekleşti.
Ömrünü sana vakfetmiş usta gazetecilerin hocalarım oldu. Onlarla aynı mesleği yapmanın gururunu taşıdım, taşıyorum. Ve bunun ağır sorumluluğunu.
İnsanlar çalıştıkları kurumlara genelde profesyonel bakarlar, yaşamlarını idame ettirmek adına para kazanmak için gittikleri yerlerdir oraları. Öyle duygusal bağ kurmazlar. Ama gazetecilikte bu mümkün değil. Sen hayattaki en kıymetlilerim arasında yer aldın. Yakamda kırmızı kurdele gibi taşıdım adını. Benim sana duyduğum saygıya paralel, layık olmak gibi bir derdim de oldu hep. Kendi değerlerimle oluşturduğum varoluşuma nasıl sahip çıktıysam, mesleki kimliğime de aynı özeni, saygıyı gösterdim. Bilginin efendisi olmak çalışkanlığın
Yaşasaydı bu ay 50 yaşına girecekti Didem Madak. Korona filan derken evde kutlayacaktı zaar doğum gününü. Ama işte hayat... Gelin biz kutlayalım. Onu anarak, Metis Yayınları’ndan çıkan şiirlerini, Solmaz Zelyüt imzalı “Didem Madak’ı Okumak” kitabını okuyarak. Dilimizde pul biber acısıyla. Ama hayata ikna olarak... 8 Nisan 1970’te İzmir’de bir kız çocuğu dünyaya gelir. Didem koyar annesi adını, gözüm anlamında, gözüm gibi sevdiğim... 6 yıl sonra da kardeşi Işıl doğar. Çocuklukları Burdur’da geçer. Göle yakın bahçeli bir evde. Civcivleri Kınalı ve Kömürcük... Kendi halinde bir öğretmen anne babanın çocuklarıyla birlikte kurduğu mutlu yuvası. Bilmezler ki Didem, 21. yüzyıl Türk şiirinin en önemli şairlerinden biri olacak. Bu şiire farklı bir doku katacak, çok sevilecek. 12 Eylül’e kadar her şey yolunda gider. Darbeyle birlikte baba Uşak’a sürülür. Anne Füsun Hanım kızlarıyla yalnız kalır Burdur’da. Tedirgin günler, geceler. Çok neşeli, hayat dolu, kızları
Türk televizyon tarihinin en iyi dizilerini içeren bir liste yapacak olsam “Süper Baba”, “İkinci Bahar”, “Hatırla Sevgili”, “Bu Kalp Seni Unutur mu?” ve “Hayat Bağları”nı ilk beşe yerleştirirdim. Bütün o dizilerde, hatırlarsınız, büyük bir derinlikle anlatılan insan ilişkileri vardır. Hem hikâyeleri çok güzeldir hem diyalogları. İçlerinde ‘değerler’ vardır, ‘hüzün’ vardır, ‘neşe’, ‘yaşama sevinci’... 32 kısım tekmili birden ‘hayat’ vardır. Ve bu beş dizinin senaryosunda da aynı isim vardır: Nilgün Öneş.
Mart başında, biz koronavirüs günlerine henüz adım atmışken sessiz sedasız ilk romanını Doğan Kitap’tan çıkardı Nilgün Öneş: “Ağlamak Yok”. Sonra kitapçılar kapandı. Kitap ilanları bıçak gibi kesildi. Yayınevleri yeni kitaplarının baskı tarihini erteledi. Velhasıl yayın dünyası bir sessizliğe gömüldü. Bu hafta o sessizliğin içinden çıkartıp okudum “Ağlamak Yok”u. Ağlamadım
İnsan, ölümlü olduğunu bilen ama bunu kabul etmeyen bir canlı. Bir şekilde kabule zorlandığında ise yoğun bir kaygı durumuyla karşılaşıyor. İnsanlar koronavirüsle tanıştıkları günden bu yana ölüm kaygısını belki de bugüne dek hiç olmadığı kadar ağır yaşıyor. Baştan bana bir şey olmaz deseler de gördüler ki İngiltere Prensi ve Başbakanı da yakalanabiliyor bu hastalığa, Tom Hanks de; futbolun imparatoru Fatih Terim de, hocaların hocası Prof. Dr. Azmi Hamzaoğlu da... Enfeksiyon hastalıkları genelde yoksul kesimi vururken korona sınıf, yaş, ırk, cinsiyet tanımıyor çünkü. Hal böyle olunca “Ya ben de yakalanırsam?” sorusu düştü akıllara bir süredir. Devamında da “Ya ben de ölürsem?”. İnsanlık bir gün kendisinin de öleceği gerçeğiyle 21. yy’da hiç böylesine kuvvetle yüzleşmemişti belki de. Buna ben de dahilim.
Anlamlı hayat ölüm korkusunu azaltıyor
Peki, bu kaygıyla hatta korkuyla nasıl başa çıkarız?
Koronavirüs vakalarının ve ölümlerinin artması karantinadaki hayatlarımızda yaşadığımız o benzersiz endişelerimizi katladı. Hayatın ne zaman normale döneceğiyle ilgili bir tarih verilememesi, bunun getirdiği belirsizlik en çok da ‘anlam’ duygumuza zarar verdi. Birçok şey anlamını kaybetti. Oysa anlamlarımıza en sıkı tutunmamız gereken bir dönemden geçiyoruz. Virüs bulaşma, yoğun bakıma alınma ve hatta ölüm tehlikesi varken kitap yazmak ne kadar anlamlı? İşe deli gibi sarılmak? Kariyer planları yapmak? Ve diğerleri? Hepsi çok ama çok çok anlamlı. Bunu anlam merkezli psikoterapi yönteminin kurucusu Psikiyatr Victor Frankl söylemiş yıllar önce.
Frankl, hayatının üç yılını Auschwitz dahil çok sayıda toplama kampında geçirmiş, babası, annesi, erkek kardeşi ve karısı toplama kamplarında ölmüş ya da gaz fırınlarına gönderilmiş, kız kardeşi hariç ailesinin tamamını bu kamplarda kaybetmiş bir doktor. Toplama kamplarındaki izlenimlerinin sonucunda logoterapi yöntemini keşfediyor ve bu keşfin hikâyesini Okuyanus
Evden çalıştığımız, evden yaşadığımız günler geçiriyoruz. Herkes çok sıkıldı. Çok da haklılar. Ama bir grup var ki onlar depresyonun eşiğindeler. Sosyal medyadan ve çevremden takip ettiğim bu grup çoğunlukla beyaz yakalılardan oluşuyor. Bütün bir hafta koşturan, derdini, tasasını, kaygısını incelemek yerine işiyle yaralarını saran, cumartesi saat sabah 10 itibarıyla kendini sokağa atan insanlar...
Dışarıda kahvaltı edelim. Kızı baleye götürelim. Pilates yapalım. Mutlaka sinemada bir film izleyelim. Arkadaşlarla buluşalım, kahve içelim. Ormanda yürüyüş yapalım. Akşam yemeğe çıkalım derken pazar gece vakti eve giriyorlar. “Hafta sonu daha çok yoruluyorum” diyorlar. Bu yorgunluğu, ‘yaşamak’ zannedip iç huzuruyla pazartesi işlerine dönüyorlar.
Sistem de bunu istiyor zaten; hafta içi deliler gibi çalıştıktan sonra hafta sonları kendilerini dışarı atıp para harcamalarını.
Şimdi bu insanlar evdeler ve ne yapacaklarını bilmez haldeler. Kendileriyle baş başa kalınca kalakaldılar. Yavaşlamayı bilmiyorlar çünkü.
Albert Camus’nün başyapıtı “Veba”, bugüne dek karanlık korku atmosferiyle yer etmişti zihnimde. Güne koronavirüsle başlayıp geceyi koronavirüsle kapattığımız bu hafta “Veba”yı ikinci kez okudum. Aklımda kalan o korku duygusunu yeniden yaşadım, gri renklerle ürperdim, dumanlı havayı soludum. Ama ilk okuyuşumdan çok daha farklı bir deneyim oldu bu. Bir yandan Camus’nün büyük yazarlığı önünde bir kez daha eğilirken, bir yandan da insanlardaki salgın psikolojisinin yazarın 40’lı yıllarda tasvir ettiğinden bugüne çok da fazla değişmediğini gördüm.
Hatırlayacağınız gibi, 1940 yılında, Fransa’nın sömürgesi Cezayir’de, renksiz, ağaçsız, çiçeksiz soğuk yüzlü Oran şehrinde bir sabah aniden ortaya çıkan fare ölüleriyle başlar roman. Dr. Bernard Rieux de sabah işe giderken kapısının önündeki ölü fareyi fark eder. Yolda da benzer bir tabloyla karşılaşır. Aynı gün Rieux’nün oturduğu apartmanın kapıcısında yüksek ateş, kasıklarda ve koltuk altlarında şişlikler