Bu hafta sanat tarihini kediler üzerinden anlatan çok yaratıcı bir kitap çıktı Vakıfbank Kültür Yayınları’ndan: “21 Kedide Sanat Tarihi”. Yazarları Diana Vowles ve Jocelyn Norbury. Kitapta yer alan çarpıcı illüstrasyonları Nia Gould çizmiş. Güzel çevirinin sahibi ise Ebru Berrin Alpay.
Baştan söylemek isterim, ben bu kitabı çok sevdim. Sanat tarihini öğrenmek için bir başlangıç kitabı arayanlar ve özellikle gençler için son derece iyi hazırlanmış eğlenceli bir rehber.
Kitapta 21 akıma yer veriliyor: Antik Mısır, Bizans, Rönesans, Rokoko İzlenimcilik, Art İzlenimcilik, Noktacılık, Simgecilik, Fovizm, Kübizm, Dadacılık, De Stijl, Büyülü Gerçekçilik, Art Deco, Sürrealizm, Soyut Dışavurumculuk, Cobra, Pop Art, Minimalizm, Grafiti, Genç Britanyalı Sanatçılar.
Her bir akım bir kedi illüstrasyonuyla açılıyor. Bu kedi, akımı temsil eden özellikler, teknikler, bakış açıları dikkate alınarak çizilmiş. Hemen ardından, akım hakkında bilgi veriliyor. Sonraki iki sayfada ise kedi
Ben, canı çok yanıp yapacak bir şeyi de olmadığında kitaplara sığınanlardanım. Okuma yoluyla hayattan kaçmak değil, okuyarak hayata katlanabilmek daha ziyade. Bu yazıda o kitaplardan birinden söz etmek istiyorum. Biliyorum herkesin canı çok yanıyor bugünlerde. Kim bilir belki bir nebze iyi gelir, bu hafta Doğan Kitap’ta yeniden yayımlanan Tolstoy’un “İnsan Neyle Yaşar” öyküsü.
Tolstoy’un değerlerinin buluştuğu bu uzun öyküde başta sevgi olmak üzere insanı hafifleten pek çok erdeme rastlamak mümkün. Merhamet, vicdan, anlayış, samimiyet, huzur, iyilik.. Daha da önemlisi, insanın anlam arayışına cevap veren oldukça güçlü bir öykü bu. Sayfalar arasında su gibi akan ‘umut’ ise hikâyenin kahramanlarından biri. Bütün bunları bir potada erittiği için 71 sayfalık bu kitabın kapağını kapadığınızda bir kez daha fark ediyorsunuz hayatın bağışıklık sisteminin en önemli parçasının ‘sevmek’ olduğunu. Bunu hakkıyla yaşayanlar ayakta kalabiliyor. Direnebiliyor. Başını dik tutabiliyor. Mutlu
Geçtiğimiz hafta performans sanatını ana hatlarıyla anlatıp Sakıp Sabancı Müzesi’nde (SSM) açılan Marina Abromoviç sergisinin Akbank Sanat’taki bölümüyle ilgili izlenimlerimi yazmıştım. Sergiyi gezmeye bu hafta Sabancı Müzesi’yle devam ettim.
Serginin ilk katında Marina Abramoviç’in performans videoları yer alıyor. Daha önce bir bölümünü Youtube videolarında izlediğim bu performansları büyük ekranlarda görmek etkileyiciydi. Benim kadar, izleyicide de benzer duygular sezdim. Ne güzel ki çoğu gençlerden oluşuyordu ve büyük bir dikkatle videoları seyrediyorlardı. Kalabalık sergi mekânlarının gürültüsü çok olur. Ama Sabancı Müzesi’ndeki kalabalık, videolar karşısında pürdikkat kesilmiş, sessizce izliyordu görüntüleri. Müzeye huzurlu bir sessizlik hakimdi.
Beni en çok etkileyen iki videoyu sıraya koymuştum. Peş peşe izledim onları. Önce “The Lovers, The Great Wall Walk”ı (Âşıklar, Çin Seddi’nde Yürüyüş). 1988
Bir anlatım, ifade, gösterme biçimi olan performans sanatı Türkiye’de hiç bu kadar gündemde olmamıştı. Elbette sanat dünyası zaman zaman yapılan performans sergilerine epeydir aşinaydı ama önemli bir kesim de Sakıp Sabancı Müzesi’nde açılan Marina Abromoviç sergisi “Akış/Flux” ile haberdar oldu bu sanattan. 31 Ocak’ta kapılarını açan sergi, ön haberleri çıkmaya başladığı günden itibaren bir farkındalık yarattı. 26 Nisan’daki kapanışına kadar da bunu sürdüreceğe benziyor. Serginin bir başka anlamı daha var: SSM Müdürü, SSM’deki tüm bu büyük / kolay kolay göremeyeceğimiz sergilerin mimarı Nazan Ölçer’in dediği gibi “Türkiye’deki performans sanatının gelişimi için çok kıymetli bir fırsat”.
Peki nedir performans sanatı? Yazının başında da belirttiğim gibi bir anlatım, ifade biçimi. 1960’lı yıllarda ortaya çıkıp 1970’li yıllarda yaygınlaşıyor. Bu sanat türünde beden ön planda. Sanatçının derdini bedenle ifade etmesi.
Kedi anneliğimde iki yılı geride bıraktım. Prenses iki, Mine bir yaşına girdi. Huyları, suları birbirinden farklı dünya güzeli kızlarım!
Prenses, ismiyle müsemma bir sarman. Oturuşu, kalkışı, uyuması, miyavlaması, yürüyüşü; her şeyinde bir prenses edası var. Öyle kucağıma almam, sıkıştırmam söz konusu bile değil; ola ki yeltendim bunlara, “Yok artık, delirdin herhalde sen” dercesine bakıyor gözlerime, sonra bir afra tafra uzaklaşıveriyor. Bana verdiği en büyük ödül, akşamları kanepemi paylaşması. Öyle koyun koyuna yatmıyoruz tabii ki. Geliyor, battaniyenin üstüne Kleopatra gibi uzanıyor; saygılı bir biçimde televizyon izliyoruz.
Beyaz Mine çiçeğim ise çok komik bir Ankara Van kırması. Ne zaman ne yapacağı belli değil. İş dönüşü kapının önünde beni bekliyor buluyorum onu. Anahtar sesini duyar duymaz kapıda bitiyor. (Prenses’in umurunda değil, anne mi gelmiş, kim gelmiş?) Ardından gardırobun tepesine çıkarak orada dikkatimi çekecek akrobasi hareketlerine başlıyor. Her akşam, düzenli! Kendisini hamur gibi
Alice Miller, “Yetenekli Çocuğun Dramı” adlı kitabında “Annesi tarafından görülmek, anlaşılmak, ciddiye alınmak, saygıyla karşılanmak her çocuğun en meşru, en doğal ihtiyaçlarındandır” der. Bu nedenledir ki ilk bakım verenimiz olan annelerimizle kurduğumuz güvenli ilişki önemlidir. Bu ilişki bağı ne kadar sağlam olursa ileride psikolojik açıdan başımıza açılacak dertlerin önemli bir kısmını da daha bebek yaşta atlatmış oluruz.
Anne oğul ilişkisindeki hayranlık temasına karşın anne kız ilişkisindeki rekabet vurgusu dikkate değer. Kızların anneleriyle yaşadığı çatışmalar da... Bunun sinemadaki son örneklerinden biri, aile dinamiklerini inceleyen filmleriyle tanıdığımız Hirokazu Kore-eda’nın geçen hafta gösterime giren filmi “Saklı Gerçekler”.
Filmdeki anne, Fransız sinemasının en büyük kadın yıldızlarından biri olan Fabienne Dangeville (Catherine Deneuve), kızı ise annesinin ışığı altında yaşamaktan kaçıp New York’a yerleşerek senarist olmuş Lumir (Juliette Binoche). İhtimal, Çetin Altan’ın deyişiyle, annesi tarafından
1939 yapımı “Oz Büyücüsü” filminin imza şarkısı “Over the Rainbow”u seslendiren Dorothy, şarkının sonunda hüzünlü gözleriyle şu soruyu sorar: “Mutlu küçük mavi kuşlar gökkuşağının ötesinde uçabiliyorlarsa, neden ben uçamıyorum?” Bu soru Dorothy’yi canlandıran 16 yaşındaki Judy Garland’ın da sorusudur aslında. Uçamayan küçük bir kuştur o da en nihayetinde. Hollywood’un 40’lı yıllardaki acımasız stüdyo sisteminin ilk kurbanlarındandır.
Geçen hafta vizyona giren, yönetmenliğini Rupert Goold’un yaptığı “Judy”de Garland’ın bu dönemiyle ömrünün son bir yılı arasındaki hayattan alacaklı çocuk/kadın paralelliğine tanık oluyoruz.
Sahiden de çocukluğunu yaşayamamış Judy Garland. Onun dönemide bugünkü gibi pedagoglar eşliğinde sinema yapmak söz konusu değil. Hatta yapımcıların oyuncunun çocukluktan henüz çıkmış genç bir kız olduğunu dikkate aldığı bile söylenemez. MGM’in patronu Louis B. Mayer,
Yeni yıla girerken bir Noel filmleri furyası başlıyor benim evimde. Seyrettiğim, seyretmediğim ne kadar film varsa, akşamları eve döndüğümde bir iki tanesini mutlaka izliyorum. Yıllar içinde bir ‘top ten’ oluşturdum. Paylaşmak isterim:
İçlerinde sinema tarihinde yerini ve Oscar’ını almışlar da var, hafif eğlencelik olanlar da. Ortak özellikleri ise insanı mutlu etmeleri. Kar atmosferi, ışıl ışıl Noel ağaçları, mağazalardan yapılan alışverişler, heyecanlı hediye verme seremonileri, Noel Baba yolu gözleyen çocuklar... Mutlu eden filmler bunlar; çünkü hepsinin içinden ‘iyilik’ geçiyor.
Bir süredir, insanların içindeki ‘kötü’nün her zamankinden daha fazla hareketlendiğini, çıkacak yer aradığını gözlemliyorum. Kendine değerler sistemi kuramamışların yaptıkları kötülük üzerinden yaşadıkları haz duygusunu iyiliğin verdiği haz duygusuyla değiştirebilmenin bir yolu olsa keşke. Bazen şu yukarıdaki listede yer alan filmleri seyretseler işe yarar mı diye düşünürüm, bugün için