Tarih 29 Ocak 1953. Beşiktaş’taki Sinan Paşa Camii’nin avlusu. Caminin dışına taşan bir insan seli. Kimler yok ki cenaze töreninde. Hasta yatağından kalkıp gelmiş İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay. Milletvekilleri, bakanlar, ünlü yazarlar, şairler, profesörler, doçentler... Sonra işçiler. Ayyaşlar, serseriler, sarhoşlar. Hepsi Neyzen Tevfik’i uğurlamak için oradalar. Düzenle, dayatmalarla, baskılarla başı hiç hoş olmamış, aynı dertlerden muzdarip insanların sesi olmuş Neyzen’i...
Niye toplandılar?
Ve Neyzen de karşımızda. Burak Sergen’in canlandırdığı. Tuncer Cücenoğlu’nun yazdığı, Işıl Kasapoğlu’nun yönettiği “Neyzen” oyununda. Saint Benoit Lisesi’nin Siluet sahnesinde.
Kendi cenazesine gelmiş Neyzen. “Niye toplandı bunca insan buraya?” diye sorduktan sonra hayatını anlatmaya başlıyor cemaate. Bodrum’da doğduğunu. Sultan Abdülhamit döneminde, Meclis-i Mebusan’ın kapatıldığı yıllarda. Babasının bir ‘sakıncalı’ olduğunu. Saraya jurnallendiği için Bodrum’a sürgün edildiğini.
Yapı Kredi Yayınları, bu hafta Nasser Saffarian’ın hazırladığı “Ah Ayetleri” adlı bir kitap yayımladı. Yönetmen Nasser Saffarian’ın İran edebiyatının en önemli şairlerinden Furuğ Ferruhzad anısına çektiği bir film için yapılan söyleşilerin deşifrelerinden oluşuyor kitap. Alt başlığında dediği gibi “Furuğ Ferruhzad Hakkında Söylenmemiş Sözler”i içeriyor
“Tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir /seni, kendinde tekrarlayarak /çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek / ben bu ayette seni ah çektim, ah / ben bu ayette seni / ağaca ve suya ve ateşe aşıladım / yaşam belki / uzun bir caddedir, her gün filesiyle bir kadının geçtiği / yaşam belki / bir urgandır, bir adamın daldan kendini astığı / yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur / yaşam belki, iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır / ya da birinin şaşkınca yoldan geçişi / şapkasını kaldırarak / başka bir yoldan geçene anlamsız gülümsemeyle “günaydın” diyen / yaşam belki de o tıkalı andır / benim bakışımın senin buğulu
Hani gün boyu temizlik yapan kadınlar vardır, temizlik hastası der geçilir halk dilinde. Bazılarının en ufak bir eğriliğe tahammülü yoktur, sürekli çerçeveleri düzeltir, sehpadaki kül tablalarını, masadan sarkan örtünün uçlarını... Simetri hastası diye bilinir onlar da. Bu hastalık grubunun psikiyatrideki adı ‘obsesif kompülsif bozukluk’; kısaca OKB.
Obsesyon (takıntı), zihinde sürekli tekrar eden, kişiye sıkıntı veren düşünceler. Bunların gerçek dışı olduğunu bilse bile kafasından atamıyor OKB’li hasta. Bu obsesif düşünceleri, onların yarattığı kaygıyı etkisiz hale getirmek için tekrar eden davranışlar sergiliyor ki bunlara da kompulsiyon (zorlantı) deniyor. En çok karşılaşılan OKB, bulaşma obsesyonu ve temizlik kompulsiyonu. Bulaşma obsesyonu olan OKB’li hasta eve misafir çağırıyor sözgelimi... Gelen misafirlerin eve mikrop taşıdığına dair de bir obsesyonu var. Onlar gittikten sonra temizlik kompulsiyonu devreye giriyor, sabaha kadar koltuklardan halılara, terliklerden, kaşık çatala evi dip bucak temizleyebiliyor
İlk kahramanım babamdı. Ardından roman kahramanları geldi. “Pal Sokağı Çocukları”nın Nemeçek’i; arkadaşlık ve sadakat sembolü. Tabii ki “Çalıkuşu”nun Feride’sine hayran kaldım. Sekiz yıllık öğretmenlik deneyimimin köşe taşı oldu. Adalet duygusunu, acımasızlığı, başkaldırıyı İnce Memed’den öğrendim. Bir antikahraman gibi görünmekle birlikte Melville’in imza romanı “Moby Dick”in Kaptan Ahab’ını çok sevdim. İnsan kötücüllüğünün psikolojisiyle ilgili ilk izlenimlerimin alfabesini oluşturdu. Hayatım boyunca kötüleri kavramaya çalıştım. Hâlâ kavrayamadıklarım var ama olsun. “Kadının Adı Yok”un adı olmayan kadın kahramanı, kadınlık bilincimin temellerini attı. Sevgi Soysal’ın “Yürümek” romanındaki Ela’yla o bilince katlar çıktım. Tolstoy’un İvan İlyiç’i de kahramanlarımdan biriydi. Onun sayesinde ‘ölümlülük bilgisi’nin hayatta ne kadar kıymetli ve dönüştürücü olduğunu fark ettim.
Gatsby ve Ashliegh, New Jersey’de Yardley College’da okuyan, 20’lerinin başında iki sevgili. Ashliegh, Arizonalı, bankaları olan bir babanın kızı. Gatsby, New York’ta doğmuş büyümüş. Erkek çocuklarının anneleriyle olan netameli ilişkilerinden birinden geçmiş. Bütün kararlarını son derece baskın bir karakter olan annesi vermiş, hal böyle olunca ‘kayıp’ bir hali var, yönünü bir türlü bulamadığı. Ashleigh, okul gazetesinde çalışıyor. Şans bu ya, ünlü bir yönetmenle söyleşi yapma şansını yakalıyor. İki sevgili bu bahaneyle New York’ta bir hafta sonu geçirmeye karar veriyorlar. Ashleigh entelektüel olmasına entelektüel ama saflıkla alıklık arasında bocalayan bir portre çiziyor. Serde gençlik de var tabii. Filmin yönetmeniyle, ardından eşiyle problemleri olan senaristiyle tanışıyor. Senaristin eşi tarafından aldatılması sahnesinin içinde buluyor kendini. Derken yakışıklı ünlü bir oyuncuyla tanışıyor. Bu defa da onun evine, yatak odasına uzanıyor. Bu karmaşık süreç ilerlerken,
Bu hafta bağımsız sanat sitesi Artnet.com’da Kate Brown imzalı bir haber yayınlandı. Habere göre, Art Council England tarafından Araştırma Şirketi Wavehill Ltd.’nin yürüttüğü “Şehirlerin Planlanmasında Kültür ve Sanatın Önemi” (Value of Arts and Culture in Place-Shaping) başlıklı bir çalışma yapılmış. Çalışma kapsamında 1.756 kişiyle görüşülmüş. Araştırmadan çıkan sonuç, bir şehirde gerçekleştirilen kültür sanat etkinliklerinin insanların o şehirde kalmak ya da oradan ayrılmak konusunda etkili olduğu yönünde. Kültür sanat etkinliklerinin bu noktada belirleyici olmasının nedeni ise insanları mutlu etmesi. İnsan, şehir ona ne kadar çok kültür sanat etkinliği sunarsa, o kadar çok mutlu oluyor. Mutlu olduğumuz bir yeri niye bırakıp gidelim? Elbette ekonomik ölçütler önemli.
Maslow’un ihtiyaçlar teorisindeki piramidini tırmanırken önce fiziksel ve güvenlik ihtiyaçları sağlanmalı malum. “Çöpten ekmek toplayan birine git klasik müzik dinle, iyi
‘Yazmasam deli olacaktım’. Sait Faik’in bu sözünün arkasında koca bir hayat vardır aslında; onun sertlikleri, haksızlıkları, yaşamak mümkünken yaşanamamışlıkları, derin bir kederi ehlileştirme çabası, parasızlık nedeniyle annesine bağımlı olma zorunluluğu belki, anlam arayışı, varoluş sıkıntısı, akıl denen ince çizginin sapma tehlikesine meydan okuyuş, ezeli bir yalnızlıkla hemhal oluş. Sever bizim yazarlar yazmasam deli olacaktım demeyi. Havalı durur. Ama Sait Faik’te durduğu gibi durmaz.
Niye bilmem, hep bembeyaz ipek mendil gibi bir kâğıda saplanmış kurşun kalemin üzerine yerleşmiştir Sait Faik zihnimde. Kalemi ipeksi kâğıdı yazarak işler. O, kalemin zirvesinde, yalnız. Zirve zordur, tekinsizdir, ağrılıdır. Canı yansa da sıkı sıkıya sarılmıştır kalemine Sait Faik, harf döker durur. Bu resme baktıkça büyülenirim; onu okudukça. Yazıya inancım tazelenir. Ara ara açar kitaplarını, okurum Sait Faik’in öykülerini. Okudukça anlarım, sahiden de yazmasa delirecektir.
Melisa Kesmez’de de bunu gördüm. Bu yıl Sait Faik Hikâye
"Hayat o kadar berbat olamaz diye düşünürüm’ der Orhan Pamuk, “İstanbul Hatıralar ve Şehir” adlı kitabında: “Ne de olsa insan Boğaz’da bir yürüyüşe çıkabilir.” Bu sadece bir tanesi. Her İstanbullunun bu şehirden bir gerekçesi mevcuttur berbatlıklarla başa çıkmaya çalıştığı. Canına tak ettiğinde kendini dışarı atıp ona koştuğu. Bazen berbatlık bizzat şehrin keşmekeşi olsa da tutunulacak bir dalı mutlaka vardır. Aslında çoktur. Herkesin İstanbul’u başkadır. Gözünde taşıdığı aynanın gümüş astarının kumaşına göre değişen. Ben en çok da yazarların İstanbul’unu severim. İstanbul’un kokusunu kitap kokusuna benzettiğimden belki.
Bu hafta yine bir yazarın, bizim meslekteki sıfatıyla “edebiyatın cumhurbaşkanı” Doğan Hızlan’ın İstanbul’unu gezme şansım oldu, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Yayınları’ndan çıkan Çağlayan Çevik’in titiz bir çalışmayla hazırladığı “Benim İstanbul’um” kitabının sayfalarında. “Ahh, nerede o eski İstanbul!”