Askeri yargıç mahkemede sorar Sevgi Soysal’a: “Ne iş yapıyorsun?” Soysal, “Yazarım” diye cevap verir. Yargıç kâtibe döner: “Yaz kızım, ev kadını”. Kadından yazar olmaz diye düşünülen darbe günlerinden bugüne çok şey değişti elbet. Kadından yazar da olur, yönetmen de, yargıç da, CEO da... Artık bu kabulün tartışılacak tarafı yok. Ama ne yazık ki hâlâ pek çok meslekte, o mesleği yapan kadından söz edilirken, ille de ‘bir kadın’ vurgusu yapılmaya devam ediyor. Aslında bir isim olan ‘kadın’, meslekler söz konusu olduğunda sıfat halini alıyor; kadın yazar, kadın yönetmen, kadın ressam... Cinsiyetini bir sıfat olarak taşıyan kadın, çalıştığı alanlarda, sırf bu yüzden pek çok zorlukla karşılaşıyor.
Aynı üniversitede sinema bölümünde master öğrencisi olan Merve Bozcu ve Su Baloğlu da bu hafta vizyona giren “Onun Filmi” adlı belgeselde bu konuya sinema perspektifinden bakıyor. Bozcu ve Baloğlu, belgeselde, Türkiye sinemasındaki yönetmen kadınların ilk filmlerini yapma tecrübelerini anlatıyorlar. Film yapma deneyimlerini, bu süreçte verdikleri mücadeleleri Bilge Olgaç’tan Türkan Şoray’a, Biket İlhan’dan Işıl Özgentürk’e, Yeşim Ustaoğlu’ndan İlksen Başarır’a pek çok film yönetmiş kadınlarla
On beş hadi bilemedim on altı yaşlarında olmalıyım. Nişantaşı Kız Lisesi’nde okuyorum. Bütün kızlar onu konuşuyor. Teşvikiye Camii’nin önündeki tezgâhta kitap satan çocuğu. Adı Nejat’mış. Acayip yakışıklıymış. Bir gün servisle caminin önünden geçerken görüyorum onu. Arkasındaki camide cenazeler kaldırılırken, avludan birer ikişer çıkan insanlar hayatın anlamını sorgularken, o hayata anlam arayanların en büyük ilacı olan kitapların arasında duruyor. Ve evet yakışıklı. İnce, uzun, karizmatik... 72’li, benden bir yaş küçük. Cağaloğlu Anadolu lisesi öğrencisi. İhtimal, aile bütçesine katkıda bulunmak derdi yahut onlara yük olmadan harçlığını çıkarmak. Ben o sıralar bizim mahalleden Necip’i seviyorum. Gözüm ondan başkasını görmüyor. Arada sokakta karşılaşıyoruz, arkadaş çevresinde. Birbirimize haberler gönderiyoruz. 30 yıl öncesinden bahsediyorum. Bir pastanede oturup muhallebi yemişliğimiz bile yok. Platonikten hallice, adına ilişki denemeyecek, masumane bir şey. Necip’in kitap okuma seviyesi Teksas Tommiks düzeyinde. Olsun, seviyorum yine de onu ben. Ama Nejat’tan da etkilenmemek mümkün değil. Yakışıklı bir adam ve kitap... O kadar çok yakışıyorlar ki kitapla birbirlerine. Çayla
Gazeteciliğin kolay gibi görünen ama esasen en zor işlerinden biridir söyleşi yapmak. Dışarıdan bakınca aman ne keyifli, elinde üç beş soru bir ünlüyle karşılıklı oturup sohbet etmek sanılır. Terapide de aynı yanlışa düşülür. O da sohbet gibi algılanır. Oysa her ikisi de dertleşmek, hasbıhal etmekten uzaktır. Her ikisi de öncesinde hazırlık gerektirir. Profesyonel dinleme şarttır. Öyle arada kafanızdan başka şeyler geçirerek dinlemezsiniz karşınızdakini. Can kulağı esastır. Hepsinden önemlisi soru sorma sanatı iyi bir birikim gerektirir. Zekâ da şarttır bana kalırsa.
Ne yazık ki bugün basında çıkan söyleşilerin çoğunun tadı tuzu yok. İyi hazırlanılmamış, sade suya tirit sorular, hal böyle olunca verilen keyifsiz cevaplar… Peki, iyi bir söyleşi nasıl olmalı? Bu konudaki ustam, mesleğe yanında başladığım Duygu Asena. Bu hafta 80’li yıllarda yaptığı söyleşilerden oluşan “Zamana Değen Sorular” adında bir kitap çıktı Doğan Kitap’tan. İnci Asena’nın isteğiyle kitabın önsözünü yazdım. Önsözde Duygu Asena’nın söyleşi matematiğini onun sözleriyle beş maddede topladım:
- Söyleşiye, hazırlanıp gidin. Sınava çalışır gibi. Konuşacağınız kişiyle ilgili tam donanıma sahip bir halde.
- Söyleşi
Memleketi Karadeniz gibidir benim annem. Mevsimleri bunaltmaz insanı. Yazları serindir, kışları ılık. Ama fırtınalı havalarında hırçın dalgalarına karşı koymak zordur. Azıcık huysuz ama tatlı kadın kontenjanından. Çok genç evlenmiş. Bir yıl sonra beni kucağına almış. Beni takiben de dört kız kardeşimi… “Boynuma takılmış beşi bir yerdemisiniz” der. O boyun ki fena halde anne kokar.
Ergenliğimde epey şiddetli kavgalarımız oldu. Ben ergenlikle başa çıkmaya çalışan bir genç kız, o bir ergenle başa çıkmaya çalışan genç bir anne. Karşılıklı epey hırpaladık birbirimizi. Çok sonra anlayabildim annemi ben. Hiçbir rehberi olmadan yolunu bulmaya çalışan o kadını. Babamın değil ama toplumun dayattığı erkek çocuk sahibi olma gerekliliğiyle (!) peş peşe gelen doğumlar, o çocukların bakımı… Her zaman da cıvıl cıvıl olmuyorlar malum. Ağır sorumluluk beş kız çocuğu büyütmek. Sonra son derece titiz ve kıskanç bir koca. Halbuki yakışıklı mı yakışıklı bir adamsın, karın seni seviyor, daha ne? Bu arada çok güzel bir kadından söz ediyorum, bu notu da düşeyim. Evliliğin özellikle ilk yıllarında nefes aldırmamış anneme. Sorsan çok sevdiğinden. Beşinci çocuğuna hamileyken, evlendiği günden itibaren
Alice Miller, “Yetenekli Çocuğun Dramı” adlı nefis kitabında, çocuklukla yetenek arasındaki ilişkiyi sorgularken çok hüzünlü bir Ingmar Bergman hikâyesi anlatır. İnsan ruhunun sinemadaki kâşiflerinden olan Bergman, aşağılanmanın ona uygulanan terbiyenin temel öğesi olduğunu söyler. Sözgelimi çocukluğunda altını ıslattığında utansın diye bütün gün onu kırmızı elbiseyle dolaştırırlarmış. Bergman’ın sürekli tekrarlanarak bütün çocukluğuna yayılan bir diğer sahneyi ise şöyle tanımlar Miller: “Ağabeyi babası tarafından sırtına kamçıyla vurularak cezalandırılırken, annesi büyük oğlunun sırtını pamukla siliyor ve küçük Ingmar bir iskemlede oturup bunları izliyor.” Böylesi psikolojik şiddet gören bir yönetmen, yıllar sonra dünyanın en yaratıcı isimlerinden biri oldu. Peki ama nasıl? Miller’ın yanıtı çarpıcı: “Ingmar Bergman acılarıyla başa çıkmak için ‘kaydırma’ ve ‘inkâr’ mekanizmalarından başka bir imkâna daha sahip olan bir kişidir, birçok film yaparak karşı koyduğu bu türden duygularını bu filmleri aracılığıyla seyircilere aktarabilmiştir. Dolayısıyla, onun böyle bir babanın oğlu olarak o zamanlar açıkça yaşayamadığı fakat içinde saklı tuttuğu duygularını bizler sinemada seyirci
Ömür Atay’ın, prömiyeri Karlovy Vary Film Festivali’nde yapılan ilk filmi “Kardeşler” bu hafta vizyona girdi. Atay, Milliyet Sanat dergisinin nisan sayısına verdiği röportajda “Kadın cinayetleri, cinsiyet üzerinden bir soykırımdır” diyor filmini anlatırken. Soykırım evet. Zira bir grubun bir bölümünün varlığını çeşitli gerekçelerle ortadan kaldırma söz konusu. Yok etmek. Gerekçelerden biri de ‘namus’. Kadının davranışları, erkeğin namus kavramının temel taşlarını oluşturuyor. O nedenle, kadın denetim altında tutulmak isteniyor. Hegemonik erkeklik düzeni. Ola ki kadın firar ederse bu baskıdan, erkeğin namusuna halel geliyor. Kirlenen namus temizlenmeli, çünkü toplum bu kir pas (!) içindeki erkeğe altından kalkamayacağı olumsuzluklar atfediyor. Hiçbir mantığı olmayan, ölümle kol kola erkek rolleri... Bu zihniyet değişmedikçe, ki 2000’lerde hâlâ varlığını sürdürüyor, söz konusu soykırım devam edecek.
Yönetmenin soykırım benzetmesini önemli buluyorum. O yüzden altını çizmek istedim. ‘Kadın cinayetleri’ deyip geçmede bir normalleştirilme tehlikesi var. Evet, bunun tam adı soykırım. Farklı yerlerde yaşayan, aynı kafa yapısına sahip insanlar bir grubu üçerli beşerli yok ediyor. Kaldı ki
Birçok kadına “Bir kitap okudum, hayatım değişti” dedirtecek bir roman çıktı geçen hafta Doğan Kitap’tan: “Camdaki Kız”. Yazarı Psikiyatr Gülseren Budayıcıoğlu. “İstanbullu Gelin” dizisinin öyküsünün yazarı olarak bilinse de çok daha fazlası kendisi. 40 yıllık psikiyatr. Dört kitabı var. Türkiye’nin ilk psikiyatri merkezi Madalyon’un kurucusu. Hepsinin ötesinde insan ruhunun büyük arkeologlarından biri. Yeni romanında yaptığı kazıyı nefesimi tutarak okudum ben. Hem bir okur hem de bir psikoloji yüksek lisans öğrencisi olarak.
İlk cümledeki hayat değiştirecek kitap benzetmesini, havalı bir giriş olsun diye yapmadım. “Camdaki Kız”, doğru okunduğunda sadece kadınların değil erkeklerin de hayatını değiştirebilecek kudrette. Ama esasen kadınların. Suni bir özgüven pompalayarak yazılmış, hiçbir psikolojik derinliği olmayan, bu yüzden de verdiği önerileri ciddi sorunlara yol açabilecek, kerameti kendinden menkul kimi ‘kişisel gelişim’ kitaplarına gönül indiren, hatırı sayılır satışlar sağlayan kadın okurlara o kadar çok üzülüyorum ki, özellikle onların “Camdaki Kız”la buluşmalarını kalpten diliyorum.
“Psikolojik roman” türünden biraz çekinir bazı okurlar. Ağır bir terminolojiyle
70. yaş gününde sahneye “Bilinç dışının kâşifi” olarak davet edilen Freud, mikrofonu eline alır ve şöyle der: “Ben bilinç dışının kâşifi değilim. Ozanlarla filozoflar bilinçdışını benden çok önce açığa çıkarmışlardır. Benim açığa çıkarmış olduğum şey ise, bilinç dışının incelenmesine yardımcı olacak bilimsel bir yöntemdir.”
Freud’un sözünü ettiği ozan/yazar/filozofların en güçlülerinden biri de hiç kuşkusuz Iris Murdoch. Felsefeyi ve psikolojiyi edebiyatın içinde şaha kaldıran, dünya edebiyatının en önemli yazarlarından... Oxford felsefe mezunu olan Murdoch’ın romanlarında aldığı eğitimin derin izleri görülür. O eğitimi edebiyatın süzgecinden geçirerek insan varoluşu üzerine derinlikli karakterler yaratır. “Melekler Zamanı”nın şeytani rahibi Carel. “Rüya Sakinleri”ndeki pul koleksiyoncusu Bruno. “Kara Prens”in Bradley Pearson’u. “Kesik Bir Baş”ın Martin’i... İnsanı anlatır Murdoch. İnsan olmayı. İnsanı anlamayı. Edebiyat hayat kadar ilginç değil derler, onun edebiyatı hayat kadar ilginçtir. Karakterleri başını döndürür insanın, nefesini keser, öyle bir laf ederler ki kitlenir kalırsınız. Her ne kadar Woody Allen “Anything Else”de “Hayat dururken psikanalizi mi seçtin? Öğrenme