Kedi anneliğimde iki yılı geride bıraktım. Prenses iki, Mine bir yaşına girdi. Huyları, suları birbirinden farklı dünya güzeli kızlarım!
Prenses, ismiyle müsemma bir sarman. Oturuşu, kalkışı, uyuması, miyavlaması, yürüyüşü; her şeyinde bir prenses edası var. Öyle kucağıma almam, sıkıştırmam söz konusu bile değil; ola ki yeltendim bunlara, “Yok artık, delirdin herhalde sen” dercesine bakıyor gözlerime, sonra bir afra tafra uzaklaşıveriyor. Bana verdiği en büyük ödül, akşamları kanepemi paylaşması. Öyle koyun koyuna yatmıyoruz tabii ki. Geliyor, battaniyenin üstüne Kleopatra gibi uzanıyor; saygılı bir biçimde televizyon izliyoruz.
Beyaz Mine çiçeğim ise çok komik bir Ankara Van kırması. Ne zaman ne yapacağı belli değil. İş dönüşü kapının önünde beni bekliyor buluyorum onu. Anahtar sesini duyar duymaz kapıda bitiyor. (Prenses’in umurunda değil, anne mi gelmiş, kim gelmiş?) Ardından gardırobun tepesine çıkarak orada dikkatimi çekecek akrobasi hareketlerine başlıyor. Her akşam, düzenli! Kendisini hamur gibi yoğurmama, öpüp koklama izin veriyor. Asla mamasıyla yetinmiyor.
Lahmacundan suşiye uzanan geniş bir damak tadı var. Dün akşam arka arkaya üç kez takla attı. Niye belli değil. Düz duvara tırmanma denemeleri yapıyor sık sık. Kitaplığımda dolaşmayı, raflarda durup kitapları izlemeyi, evin altını üstüne getirmeyi ve manikür pedikür yaptırmayı seviyor. Bazen birbirlerini yiyorlar, bazen sevgi dolu iki kız kardeş oluyorlar. Sayfadaki de ‘kız kardeş candır’ pozlarından biri. Genel olarak iyi anlaştıklarını söyleyebilirim. Bana gelince onlar yokken hayatım nasıldı hatırlamıyorum. Daha doğrusu, bugün onlarla yaşadığım mutluluk yokken hayatımda, neyle idare ettiğimi...
Eve geldiklerinden beri kedilerle ilgili farkındalığım da arttı. Zaman zaman sokağa mama bırakan kadınlardan oldum. Durup kedilerle sohbet eden. Bütün bu süreçte kedilerle ilgili ne bulduysam okudum. En son Karakarga Yayınları’ndan çıkan, Damla Yazıcı‘nın yazdığı “Edebiyatta Pati İzleri”ni. Yazıcı, kitapta yazar-hayvan ilişkilerini yerli isimlerle sınırlandırarak bir çerçeve çizmiş. Çağdaş Türk edebiyatının 10 ismi kedi ve köpekleriyle kurdukları ilişkileri anlatmışlar. İnci Aral’ın bir arabanın altında ezilen kedisi Maya için ağıt niteliğindeki, “Kederim dinmiyor” dediği yazısını ağlayarak okudum. Uzun süre benim de kederim dinmedi. Sevin Okyay’ın, yarım asrı geçen kedi anneliği deneyimlerine çok ama çok güldüm.
Kitabın ikinci bölümünde geçmişe uzanıyor yazar. Tatlı anekdotlarla sürdürüyor kitabını. Nâzım Hikmet’in Deniz Harp Okulu’nda öğrenciyken kız kardeşinin kedisi için yazdığı şiire yer veriyor. Nâzım bu şiiri hocası Yahya Kemal’e okutuyor: “Yeşil deniz gibi tüyleri vardı/ Beyaz tüyleriyle bir küme kardı/ Ağzını süsleyen sedef dişlerdi/ Baygın nazarı ta ruha işlerdi”.
Eşinden yeni ayrılmış Nâzım’ın annesi Celile Hanım’a âşık olan ve onu görmek için fırsat kollayan Yahya Kemal, şiirin iyi olup olmadığını anlamak için kediyi görmesi gerektiğini söylüyor. Nâzım hocasını eve davet ediyor. Kediyi gören Yahya Kemal şöyle diyor Nâzım’a: “Sen bu pis, uyuz kediyi böyle övmesini biliyorsan, şair olacaksın”. Kitapta Nurullah Ataç’ın meşhur sözünü de hatırlatıyor yazar: “Kimsenin zevkine karışılmaz, kedileri ille herkes sevsin demeyeceğim ama ben kedi sevmeyenlerle anlaşamam”. Artık bana da öyle geliyor.
Bilge Karasu’nun kedilerine de yer verilen kitapta nefis ve çok düşündüren bir Karasu alıntısı yapılıyor: “Kedi sevmek, kedinin, kendisini seven (kendisinin de sevdiği) kişi karşısındaki umursamaz bağımsızlığını baştan kabul etmek demektir”. Bilmez miyim? Prenses kafama vura vura öğretti bunu bana. Sevgi konusunda da çok terbiye etti beni. Erich Fromm’un “Sevme Sanatı”nda anlattıklarının altını çizdi desem başım ağrımaz. Birine sevginin talep edilmeyeceğini anlatmak istiyorsanız, ona bir kedi hediye edin. Velhasıl, bu kitabı okuyun isterim. Ama en çok da hâlâ bir kediniz yoksa edinmenizi...