Albert Camus’nün başyapıtı “Veba”, bugüne dek karanlık korku atmosferiyle yer etmişti zihnimde. Güne koronavirüsle başlayıp geceyi koronavirüsle kapattığımız bu hafta “Veba”yı ikinci kez okudum. Aklımda kalan o korku duygusunu yeniden yaşadım, gri renklerle ürperdim, dumanlı havayı soludum. Ama ilk okuyuşumdan çok daha farklı bir deneyim oldu bu. Bir yandan Camus’nün büyük yazarlığı önünde bir kez daha eğilirken, bir yandan da insanlardaki salgın psikolojisinin yazarın 40’lı yıllarda tasvir ettiğinden bugüne çok da fazla değişmediğini gördüm.
Hatırlayacağınız gibi, 1940 yılında, Fransa’nın sömürgesi Cezayir’de, renksiz, ağaçsız, çiçeksiz soğuk yüzlü Oran şehrinde bir sabah aniden ortaya çıkan fare ölüleriyle başlar roman. Dr. Bernard Rieux de sabah işe giderken kapısının önündeki ölü fareyi fark eder. Yolda da benzer bir tabloyla karşılaşır. Aynı gün Rieux’nün oturduğu apartmanın kapıcısında yüksek ateş, kasıklarda ve koltuk altlarında şişlikler çıkar. Rieux’nün tüm çabalarına rağmen hastanın genel durumu kötüleşir ve ertesi gün de ölüm gerçekleşir.
Kısa sürede şehrin içindeki fare ölüleri yüzlerle anılmaya başlar. Dr. Rieux hastalık için toplanan komitede bunun veba salgını olduğunu açıklar. Roman bir şehrin insanlarının vebayla verdiği mücadeleyi anlatır ve vebaya karşı geliştirilen serum sayesinde mutlu sonla biter.
Bu çok kaba özetin gerisinde müthiş bir edebi atmosfer olduğunu söylemek isterim. Bu kadar ağır bir konuyu, eli hafif maharetli bir kalemden çıkma şiirsel bir üslupla anlatır Camus. Öte yandan, romanın adının Fransa’yı işgal eden Almanlar için yapılmış ‘veba’ benzetmesine gönderme olduğu bilinir.
Romanla ilgili çok fazla okuma yapmak mümkün. Her biri birer kahraman sayılabilecek karakterler sayfalarca incelenebilir. Ama baştan da dediğim gibi, benim bu hafta “veba” üzerine yazma nedenim insanlarda değişmeyen salgın psikolojisi.
Başlangıçta Oran kentinde de fazla ciddiye alınmıyor veba. Basının radarına girmiyor bile. Fare ölüleri için belediyelere ufak tefek eleştirilerle yetiniyorlar. İnsanlar büyük bir kayıtsızlıkla karşılıyor durumu. Ne zaman ki artan ölü sayısı nedeniyle karantinaya alınan şehre giriş çıkışlar yasaklanıyor, o zaman bir uyanma oluyor halkta. Kısa süreliğine başka bir şehre giden yakınlarından ayrı düşüyorlar. Ölen kişilerle ilgili açıklanan istatistikler korkuyu artırıyor. Mezar yerleri yetmemeye başlıyor. Ekonomi altüst oluyor, insanlar işsiz kalıyor. Temel gıda maddelerine büyük zamlar geliyor. Karaborsacılar türüyor. Koronavirüsün çıktığı ülkeler genelinde ve kısmen Türkiye özelinde düşünürsek tablo ne kadar tanıdık değil mi?
Şu ana kadar yaşamadığımız/yaşamayacağımızı umduğum bir sonucu daha oluyor vebanın. İnsanlar bütün bu felaketlerden sonra kayıtsızlaşıyor her şeye karşı. Umutsuzluk giderek yükseliyor. Doktor Rieux “Umutsuzluğa alışmanın umutsuzluktan beter olduğunu düşünüyorum” diyor. Çünkü başından beri hep birlikte toplum olarak vebayla mücadele etmek gerektiğini vurguluyor. Romanın kilit noktaları umut ve dayanışma aslında. Nitekim, umudunu yeşerten ve dayanışma içine giren Oran halkı, Dr. Rieux’yü destekleyen arkadaşları, diğer doktorlar el ele verip vebanın üstesinden geliyorlar.
“Veba” insan psikolojisini, salgın hastalıklara verilen tepkiyi derinlemesine anlatmasının yanı sıra, bu umut ve dayanışma temalarıyla da çok önemli bir roman.
Bugün Türkiye’de başarıyla götürülen koronavirüsle ilgili kriz yöneteminde bizim üzerimize düşen de bu. Tedbirlerimizi almak, umudu kaybetmemek, dayanışma halinde bulunmak.
Son olarak diyeceğim o ki “Veba”yı -yeniden- okuma zamanıdır! Kitabı Can Yayınları’ndan bulabilirsiniz.