29 Temmuz 1981. 10 yaşına girdiğim gün. Balkondaki yemek masasında bir doğum günü pastası, annem, babam, kız kardeşlerim ve babaannem doğum günümü kutluyoruz. Ama gözüm yemek masasının karşısındaki kavuniçi renkli küçük siyah beyaz televizyonda. Haberlerde o gün St. Paul Katedrali’nde evlenen Prenses Diana’nın düğününden görüntüler var. Upuzun kuyruklu gelinliğine bayılıyorum. 10 yaşındaki pek çok kız çocuğu gibi prenses olma hayallerim var benim de. Rengârenk elbiseler, ışıl ışıl taçlar… Bundan ibaret sanıyorum prensesliği. Ah Diana ne güzel bir prenses… Bu nasıl güzel bir düğün.
40 yıl geçmiş aradan. 10 yaş doğum günümü renklendiren o düğünün sonrasında adım adım izledim Diana’yı. Evlilikten hemen sonra Kensington Sarayı’nın bahçesinde üzerinde blujean, kulaklarında walkman ile dolaşarak 20’li yaşlarını yaşarken, İngiliz Kraliyet Ailesi tarafından hiç hoş karşılanmayan bu sıra dışı prensesin 36 yaşında paparazzilerin yarattığı trafik terörü sonucu ölümüne dek, bir kadın olarak verdiği varoluş mücadelesini takip ettim. Başlangıçtaki o içine kapalı, naif, çekingen ve utangaç prensesin, henüz evliliğin ilk yılında, kendisi, Prens Charles ve Camilla Parker’ın oluşturduğu üçgende aldığı yaraları iyileştirme çabasını, kraliyetin değil, insanların kalbinin prensesi olma idealini, özgürlüğü için girdiği zorlu savaşı, bütün bu süreçte gördüğü psikolojik baskıları, bunları kamuoyuyla paylaşma cesareti göstermesini...
Nefessiz bırakan baskı
Ölümünden sonra çekilen belgeseller, filmler, diziler 10 yaşımın mutlu olduğunu sandığım güzel prensesinin nasıl da mutsuz bir hayat sürdüğünü anlatıyordu. Bu filmlere bir yenisi daha eklendi. Paul Larrain’in yönettiği, senaryosunu Steven Knight’ın yazdığı, Diana’yı ise Kristen Stewart’ın oynadığı “Spencer”. Vizyona giren film, 1991 yılında geçen üç günü anlatıyor, Diana’nın mutsuz evliliğini sonlandırmasının arifesinde geçiyor. Evlenmeden önceki adıyla Diana Frances Spencer olma kararını aldığı…
İngiltere Kraliyet Ailesi Noel tatilini Sandringham Köşkü’nde geçirmeye karar veriyor. Maaile köşke geçiyorlar. Diana, çektiği acının en şiddetli dönemlerini yaşıyor. Bulimia hastası. İçindeki boşluğu doldurmak, duyduğu öfkeyi bastırmak için delicesine yiyor ve hemen arkasından yediklerini çıkarmak için tuvalete koşuyor. Bazen acısı o kadar dayanılmaz hâle geliyor ki, o acıdan kurtulmak için kendisine zarar veriyor; kolunu kesiyor sözgelimi. Ruhsal acıyı fiziksel acıyla yer değiştirerek katlanılır hâle getirmeye çalışıyor.
Üç günlük bu tatilin her bir anında Diana’nın giyeciği kıyafetler görevliler tarafından belirlenmiş. Atacağı adımlar, takacağı takılar (bir tanesi Charles’ın Camilla’ya da aldığı Noel hediyesi olan inci gerdanlık) yiyeceği yemekler, üç gün için alması gereken kilo bile belli. İnsanı nefessiz bırakan bir baskı.
Ama Diana kararını vermiş: “Sadece üç gün” diyor. Kraliyette geçireceği son üç gün. Bu üç günün eziyet dolu anlarında yakınlardaki baba evine kaçıyor. Çocukluk günlerine bir Spencer olarak yaşadığı zamanlara dönüyor. Bu süreçte I. Elizabeth’in annesi Anne Boleyn’in biyografisini okuyor. Kendini onunla özdeşleştiriyor. Kralın çevresindeki tüm kadınları, kız kardeşi de dahil, hayatından çıkaran, onunla evlenen ve sonra kocasını aldattığı için başı kesilerek öldürülen Anne Boleyn’in biyografisini.
İyileşebilme umudu
Yönetmen Larrain filmi anlatırken “Yeni bilgiler vermekten ziyade Diana’nın nasıl hissetmiş olabileceği ile ilgilenen, şiirsel ve içsel bir tasavvur” demişti. Tam da böyle. Diana’nın yeniden ayağa kalkacağı boşanmanın hemen öncesindeki dibe vuruşun ruh halini gözlerimizin önüne seriyor. Ağır bir mutsuzluğun, kendisi gibi olamamanın acısının insanın psikolojik dünyasında yarattığı yıkımı ustaca sergiliyor hem Larrain hem Oscar’da heykelciği almasına kesin gözüyle bakılan Kristen Stewart. Diana’nın kraliçeliği gözden çıkarıp bir Spencer olarak devam etme, böylelikle iyileşebilme umudunu merkeze alarak.
Dayatılan varoluş, ağır mı ağır personalar, insanın kendisi gibi olmasına izin verilmemesinin yarattığı depresyon, sevgisiz kalmanın neden olduğu travmalar son derece etkileyici sahne ve diyaloglarla yerini alıyor filmde. “Spencer”, Diana’nın hissettiklerini anlamamızı sağladığı gibi, kendi varoluşumuzu kendimizin kurgulamasının verdiği özgürlük duygusunun da altını başarıyla çiziyor.
İzlemenizi çok isterim.