Nergis, Mehmet ve Elif. Anne, baba ve çocuk. Bu üç karakterin hikâyelerini anlatıyor Melisa Kesmez, İletişim Yayınları’ndan yeni çıkan kitabı “Küçük Yuvarlak Taşlar”da. Aile arası bağları üç farklı gözden deneyimleme fırsatı sunan öykülerinde. Nergis’in hikâyesi ile başlıyor kitap. Kadının en kutsal takısı olan “anne”liği sorguluyor bu ilk öyküde. Kızı Elif doğduğu günden itibaren, toplumun dayattığı kendini çocuğuna adayan anne kalıbına girmekte zorlanıyor. “Bir çocuğun annesi olmak” ve bunun getirdiği sorumluluklar ağır geliyor. Öyle günler oluyor ki, ağlamaktan kıpkırmızı olan Elif’i yatağında bırakıp kaçmak istiyor. Bütün bunları deneyimlerken en yakın arkadaşı Gülsüm’deki her canlının annesi olabilme potansiyelini fark ediyor. Çok da etraflıca düşünmeden, âşık olmadan evlendiği Mehmet’le ilişkisi de tavsıyor zamanla. O dönemde tanıştığı Salih yüzünden Mehmet’i bırakıyor. Elif’le birlikte ayrı bir eve çıkıyor.
Reklam filmlerine benzer hayatlar görürüz bazen. Beyaz, bembeyaz bir ev, iç mimarın elinden çıkmış, pırıl pırıl, tertemiz. Güzel mi güzel şefkatli bir kadın. Yakışıklı, çok âşık kocası. Hayat dolu çocuklar. Başarılı iş hayatı. Kapıda iki adet son model araba. Hesapsızca harcanan para.
Ne var ki bu fotoğraf karesinin içine girdiğimizde bambaşka bir gerçeklikle karşılaşırız. Dekorun bir sıkımlık canı vardır esasında. Işıklar söndüğünde ağır bir hüzün kaplar etrafı. Küflü bir mutsuzluk kokusu sarar her yanı. Tıpkı Alexander’ın yaşamında olduğu gibi. Alexander ve karısı Sonja’nın hayatları o fotoğraf karelerine benziyor. Üniversite yıllarında tanışıyorlar. O sırada her ikisinin de sevgilisi var. Derken yakın zamanlarda sevgililerinden ayrılıyorlar. Bir süre daha devam eden arkadaşlık sürecinin ardından evliliğe uzanan ilişkileri başlıyor.
Sonja, anlatılamayacak kadar güzel, Alexander modern bir beyaz atlı prens uyarlaması. Çiftin çok büyük ve başarılı işlere imza atan bir mimarlık ofisi var. 10 yaşında bir kızları. Göl
Kendi diktiği elbisesi, rujla yetindiği makyajı, olanca doğallığı ve zamana meydan okuyan sesiyle bir kadın çarşamba gecesi Kuruçeşme Arena’da şarkılarını söyledi Boğaz’a karşı. Büyük bir seyirci korosu eşliğinde, gemiler geçerken sessizce: Nazan Öncel!
Her biri hit olmuş, 30 yılın altın imbiğinden değerleri katlanarak süzülen şarkıları vardı repertuvarında. Bir ozanın tarihçesini oluşturan. Kendine yaslandığı için hep dik durmuş, kadın olma bilgisini oya gibi işlemiş, hayata meydan okumaktan korkmamış. “O da mı yalan, bu da mı yalan, kötü bir rüya gördüm o zaman” diyerek başlıyor konserine. İlişki zayiatı içinde uyandığımız kötü rüyalar sonrası teselli bulduğumuz şarkısıyla. Bize kendimiz olmayı öğütleyen. Ardından cesaretle sevme hadisesine geçiyor: “Şeytan diyor ki tövbeler etmeli / Uğrunda 100 kere 1000 kere ölmeli / Cehennemde bile zulmetsen de / Yok yok / Bir seni sevmeli”. Öyle kenarından kıyısından sevmek değil yani. O şeytanı kaç kere dinledik, Nazan Öncel’den aldığımız
Kimi insanların can yakma maharetlerini şaşkınlıkla izliyorum. Provasız dikilmiş her türlü kötülük tam uyuyor üzerlerine. Çok ürkütücüler. Çok hırslılar. Ölümlü oldukları bilgisinden köşe bucak kaçıyorlar. Hak ve hukuk kavramları olmadığı için vicdan mahkemeleri de yok. Onları görünce “Sartre haklı, cehennem başkalarıdır” diyorum. Ama kimi insanlar da var ki, cana can katıyorlar. Yara sarmakta mahirler. Sıcacık gülümsemeleri, samimiyet kuşanmış kelimeleriyle. O zaman da Anadolu bilgelerine hak veriyorum. “İnsan insanın ağusunu alır” diyorum. Onlarla kurduğumuz ilişkiler şifalı. Karanlık yanlarımızı keşfedip ışıtmamızı sağlayabiliyorlar misal. Tıpkı İran kökenli Pervane gibi. Fredrik Backman‘ın kitabından filme uyarlanan “Hayata Röveşata Çeken Adam” filmindeki. Sayesinde aksi Ove, gelen topa havada ters perende atarak tek ayakla vuruyor ve ömrünün son deminde hayatının golünü hayata atıyor.
Ove, 59 yaşında, huysuzluğuyla nam salmış, kısa süre önce eşini kaybetmiş, bu
Bu hafta, şahane bir “Ayrılık da sevdaya dahil” öyküsü okudum: Aylin Balboa’nın İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabı “Bu Hikâye Senden Uzun Osman”. Tadı damağımda kaldı, döndüm bir daha okudum. Bu kez satır altlarına kalemle ‘kırmızı kurdele’ler takarak. Öyle çok sevdim.
Kitap 20 öyküden oluşuyor. Her birini bağımsız okumak mümkün. Topluca ve sıralı okunduğunda hoş bir novella tadı da veriyor. Uzun süren bir ilişkiden yara bere içinde, duygusal aksamı bozulmuş şekilde çıkmış bir kadının, ayrıldığı sevgilisi Osman’a yazdığı mektupları okuyoruz kitapta. Her ayrılık sevdaya dahil olmaz. Misal, saygısızca bitmiş ilişkilerin ayrılığında sevda olmaz. Ama kitaptaki ayrılık, yıllar süren derin bir ilişkiye ait. Güzel günleri çok olmuş, iki insanın birlikte tadabileceği her türlü güzellikten nasibini almış günleri. Ama işte hayat bu ya, çok da yaralamış Osman, sevgilisini. Bazen bile isteye, bazen istemeye istemeye. Her ilişkide olduğu gibi. Kadın tamire muhtaç hâle gelince ayrılık
Annem bayram için biz çocuklarına ikişer takım kıyafet alırdı. Biri evde misafirleri karşılarken giyeceğimiz, diğeri misafirliğe giderken. Bizimle yaşayan babaannem ailenin en yaşlısı olduğu için bayram boyunca evimiz dolup dolup taşardı. Gündelik hayatta bir araya gelemediğimiz tüm akrabalar babaannemin elini öpmek, bayramlaşmak için eve akın ederdi. Mutfakta annemin yaptığı tepsi tepsi kadayıflar ikram edilirdi misafirlere. Servis işinde biz ailenin kızları görevliydik. İlk bayramlığımızı giyer, tabakları servis ederdik. Her yaş grubundan, birbirinden farklı insanlar, onların anlattığı hikâyeler… İlgiyle dinlerdim hepsini. Bir tür hikâye dinleme günüydü bayramlar. Öznesi çoğunlukla babaannem olan bir dolu tatlı anı anlatırdı herkes. Kolonya ve şeker ikramıyla başlayan sohbetlerde. Severdim o hikâyeleri dinlemeyi.
Sıra bizim bayram ziyaretlerimize geldiğinde, ikinci takımlarımızı giyer, yola çıkardık. Dört kardeş olduğumuz için – sonradan bir tane daha gelecekti- ikişer gruplar hâlinde anne babamıza eşlik ederdik. Et kavurmalar, sarmalar,
Modern Yunan edebiyatının kurucusu olarak bilinen Aleksandros Papadiamantis, Yunanistan’ın Skiathos Adası’nda dünyaya gelir. Babası rahiptir. Lise eğitimi için Atina’ya gider. Daha sonra Atina Üniversitesi’nde felsefe okumaya başlasa da eğitimini yarım bırakır. Çünkü çalışmak zorundadır. Skiathos’a geri döner. Geçimini yazarak sağlamaya başlar. Öyküler, gezete yazıları, romanlar…
Papadiamantis, Türkiye’de tanınan bir yazar değil. İki yıl önce Jaguar Yayınları, başyapıtı “Hadula”yı Yasemin Aydın’ın çevirisiyle dilimize kazandırana dek Türkçede kitabı da yoktu. Okumak için ayırmış, araya giren başka kitaplardan fırsat bulamamıştım. Bu hafta, sosyal medyada birkaç kez karşıma çıkınca aklıma düştü “Hadula”. Raftan alıp okumaya başladım ve bu kadar iyi bir edebiyata bunca geç kalmanın üzüntüsünü yaşadım.
Kadın olmanın bedeli
Hadula, Skiathos Adası’nda yaşayan yaşlı bir kadın. Skiathos, kızların çeyiz vermeden evlenemediği bir ada. 19. yüzyıl
Toni Morrison, en sevdiğim yazarlardan biri olmakla birlikte, edebi ailemde ‘teyze’ mertebesindedir. Teyzelerimiz, annelerimizden daha cesurdur genellikle. Annemize göre daha özgürlükçüdür. Yasaklara daha büyük tepki verirler annelerimize nispeten. Daha dikbaşlıdırlar hem. O yüzden Morrison benim Toni Teyze’mdir aynı zamanda.
Toni Teyze’min on bir romanının yanı sıra yazdığı tek bir öykü varmış. 1980’de yazılmış. İtiraf edeyim, bilmiyordum. Sel Yayıncılık, “Resitatif” adlı bu öyküyü Seda Çıngay Mellor’un güzel çevirisiyle Türkçeye kazandırdı. Bu hafta vitrinlere çıkan kitabı “New York’tan teyzem gelmiş” sevinciyle karşıladım. Artık bedenen aramızda olmasa da, kitapları üzerinden sürdürüyor yaşamını Toni Teyzem. Kütüphanemde onu en güzel yerde ağırlama hazırlıklarını yaptıktan sonra başladım “Resitatif”i okumaya.
Bulmaca öykü
“Resitatif”, bir bulmaca öykü. Okurken aynı zamanda bir bulmacayı çözmeye çalışıyoruz.