Rahmetli Erdal İnönü, siyasetin gelmiş geçmiş en mütebessim yüzüydü. Gergin toplantıları bir espriyle yumuşatmakta mahirdi. Parti içi çekişmelerin tırmandığı bir gün, parti yöneticileriyle restorana gitmişler.
Garson sormuş:
“-Ne yersiniz?”
“-Gerek yok,” demiş Erdal Bey:
“-Biz birbirimizi yiyeceğiz.”
* * *
“Türkiye’nin geleceğini belirleyeceği” söylenen Yüksek Askeri Şûra toplantısının görüntülerine dikkat ettiniz mi?
Akıl almaz şeyler oluyor Türkiye’de: Darbe iddiasıyla aranan askerler, “sığınma evi” haline gelen orduevlerinde saklanıyor.
Kapıda polis bekliyor. Çıkanı tutukluyor.
Aranan bir komutan, onu arayan Emniyet’in başındaki İçişleri Bakanı ile birlikte şehit cenazesine katılıyor.
Bir diğeri Başbakan’a siperde bilgi veriyor.
Bir yoruma göre, terfi beklerken hakkında tutuklama kararı çıkan 11 general yakalanırsa terfi edemeyecek.
O yüzden “adli ve fiili direniş” zamana karşı sürüyor.
Ve bugün Yüksek Askeri Şûra (YAŞ), sanık generallerin terfiini görüşmek üzere toplanıyor.
Hıdırellez âdetindendir: O gün sabah yeliyle dilekler kâğıtlara yazılır, dala asılır ya da suya atılır.
Karaya hükmeden Hz. Hızır’la denizler hâkimi Hz. İlyas’ın onları toplayıp gereğini yapacağına inanılır.
Bir arkadaşım son Hıdırellez’de mahalle çocuklarının kâğıda yazdıkları dilekleri toplamış, gün doğmadan kalkıp gül ağacının dibini eşelemiş, tam gömecekken merak virüsü girmiş içine; gömmeden dilekçelere bir göz atmak istemiş.
Kendi oğullarının mesleki talepleri varmış.
8 yaşındaki tombul komşu kızının dileği ise çok farklı imiş:
“Allah’ım beni fazla kilolarımdan kurtar. Zayıflayayım. Cem bana âşık olsun.”
* * *
“Biz onlarla etle tırnak gibiydik” diyor bir İnegöllü ve soruyor:
“Ne oldu bize?”
Kopmazlığı anlatmak için “et ve tırnak gibi” deriz.
Oysa etle tırnak ayrılır.
Kerpetenle “tırnak çekmek”, bir dönem yaygın işkence yöntemiydi. Kanlıydı. Dayanılmaz acı verirdi.
“Etle tırnak gibi olan” Türklerle Kürtler de ayrılabilir.
Ama o da çok kanlı olur ve katlanılmaz acılar verir.
Yeni Asır’ın manşetinde, 30 yıl önceki bir tahliye kararı vardı. 12 Eylül’de tutuklanan Ertuğrul Günay’ın mahkemece tahliyesine dönemin Sıkıyönetim Komutanı Org. Recep Ergun sinirlenmiş, gece yarısı askeri savcıyı arayıp hesap sormuştu.
Savcı da “Adam alacağı ceza kadar yatmış zaten” cevabını verip kararı savunmuştu.
O savcı, Albay Nurettin Soyer’di.
Günay olayını ve 12 Eylül’ü, emekli olduktan sonra Uğur Mumcu’ya anlatmıştı. (Bkz: “12 Eylül Adaleti”, Tekin Y., 1987)
Kitabı bir kez daha okudum dün...
12 Eylül’ü yeniden yaşadım adeta...
Bir sahne de ben aktaracağım:
Bodrum’da çalınan parçalara kulak kabarttım (hoş kabartmaya gerek yok ya, siz istemeseniz de onlar kulağınızın dibinde kabarıyor zaten); en çok Hande Yener’in sesini duydum:
“Bodrum’a da gittik beraber/ İstanbul’da da yaşadık/
Sorun şehirlerde değildi/ Biz tam yalandık” diyordu.
Sonra Sertab geliyor:
“Ben yazdım kadere hüznü, perişanı/
Sonu gelmez yine de bitmez ümitler/
Yoksa bahçemin eski şânı/ sebebi koparılan çiçekler...”
Geçen pazar Bodrum’da dostlarla yemek yerken birden karşı dağda lazerle yazılmış yazılar gördük.
Reklam yazısı sandık.
İşin aslı, sonradan anlaşıldı:
Meğer orada “Seni seviyorum Ece Erken” yazıyormuş.
Sevgilisi Erdinç Acar’ın, Erken’e ilan-ı aşkıymış.
Yani; evet reklammış, ama aşk reklamıymış.
* * *
Necdet Adalı ve Mustafa Pehlivanoğlu... 12 Eylül’ün darağacındaki ilk iki isim...
İkisi de 1958 doğumlu...
Darbede ikisi de henüz 22’sindeydi yani...
Farklı kamptaydılar.
İkisi de “karşı yaka”dakinin kahvehanesini kurşunlamakla suçlandı.
İkisi de “Masumum” dedi.
İkisi de idam cezası aldı.