“Siperde çöktün, çökmedin” inatlaşmasıyla başlayan çocukça tartışma, ağustosun cehennem sıcağında pelteleşerek iyice yamuldu.
Başbakan, sanki boyunun ölçüsünü soran varmış gibi, 1.85 boyunda olduğunu açıkladı.
Sonra da “Önemli olan boy değil...” dedi.
Ben “...işlevi önemli” diye devam edecek sandım; oysa bambaşka bir yere çekti mevzuu: “Soy önemli soy...” diye gürledi.
* * *
Haydaaa!!!
Bu, “Alkol istiyorsan üzüm ye” direktifinden de beter...
Son haftalarda yaşananlara dikkatle bakınca, Kürt sorununda inisiyatifin Öcalan’a geçtiğini söylemek mümkün.
Özetleyelim:
Öcalan, 2 Temmuz’da avukatlarına şu mesajı verdi:
“Eğer Kürt sorununun demokratik çözümü için diyalog süreci gelişmezse, özel savaş lobileri devreye girer. Komplolar dönemi başlar. Karşılıklı çatışma tırmanır. İç savaş çıkar. Derinleşirse iki milyon insan ölür.”
O ay İnegöl ve Dörtyol’da Türkler ve Kürtler birbirine girdi. Tam bir iç savaş provası yaşandı.
* * *
28 Temmuz görüşmesinde Öcalan şu mesajı verdi:
Bülent Arınç NTV’de, “Silivri’nin feryadına kulak vermeli” dedi ya...Neydi o feryat?
Tuncay Özkan haklı olarak isyan etmişti:
“Niçin beni burada tutuyorsunuz? Suçum nedir? Hangi general benden emir almış? Arkamda ordu yok?”
Mustafa Balbay tamamlamıştı:
“Bu ordunun komutanları darbeye eksik teşebbüs ederken, biz tam teşebbüste mi bulunacağız?”
Arınç bu sözleri şöyle yorumladı:
“Yani ‘Bu olayı planlayan kişiler serbest bırakılıyor. Onların silahı var, bizim yok diye mi içerde kalmaya devam ediyoruz’ diyorlar.”
Referandum geri sayımında son bir aya girdik. Liderlerin konuştuğu meydanlar canlı...
TV’deki tartışma programlarının reytingi yüksek...
Yaza, sıcağa, Ramazan’a rağmen siyasete ilgi fazla...
“Halk henüz referandumda neyin oylanacağını bile bilemiyor” dense de, hemen herkes bunun kritik bir referandum olacağının bilincinde...
Peki bir ay kala durum nasıl görünüyor?
* * *
“Evet” cephesi işi daha ciddiye alıyor gibi...
Oturmaya hazırlandığı koltuk, eskiden birçoklarının oturmaya can attığı koltuktu.
Artık öyle değil...
Bir iğneli fıçı...
Düşünsenize:
Bir yanda fiili savaş sürüyor; Güneydoğu’dan her gün çatışma, tuzak, şehit haberleri geliyor.
Yıllardır “Vatan sağ olsun” deyip boyun büken şehit aileleri artık “Neden evlatlarımız korunmuyor”, “Niçin hep yoksul çocukları ölüyor” diye sormaya başlıyor.
Ordunun savaş stratejisi ilk kez sorgulanıyor, profesyonelleşme baskısı artıyor.
12 Eylül’den iyi bilirim; Muhalif birinin çocuğu olduğu için, “sakıncalı” bir anne ya da babayla aynı soyadını taşıdığı için askerler tarafından itilip kakılan kızların, oğlanların dramını...
Onlardan birini bir süre evimde saklamıştım.
Dar günde bir yandan anne-baba için endişelenmek, bir yandan kendine yöneltilen saldırıları göğüslemek işkencedir.
Ama 12 Eylül böyle yaptı diye bugün asker çocuklarına aynı işkenceyi çektirenleri alkışlayıp “Oh olsun, biraz da onlar çeksin” diyecek halim yok.
Ayıptır!
Belki daha fazla etkilenirler diye şöyle söyleyelim: Günahtır!
* * *
Yeni Zelanda’da karısını tekme tokat döverken şikâyet üzerine yakalanan dönerci savunmasında ne demiş:
“Ben karımı dövmüyordum, ailece kolbastı oynuyorduk.”
Biz, “Kurumlar arasında çatışma var” dedikçe Gül ve Erdoğan’ın ısrarla “Yok öyle bir şey” demesine benzemiyor mu?
Biz mi yanlış görüyoruz?
YAŞ’ta “ailece” kolbastı mı oynanıyor?
* * *
Günlerdir “kız tarafı ile oğlan tarafı” olarak yine iki kampa ayrıldık; bu alicengiz oyununu el çırparak izliyoruz.
Bakın 4 yıl önce İspanya’da ne oldu: Katalonya bölgesi için yeni bir özerklik yasası getiriliyordu.
Kara Kuvvetleri Komutan Yardımcısı Korg. Aguado yasayı eleştiren bir konuşma yaptı.
Anayasanın Silahlı Kuvvetler’e İspanya’nın toprak bütünlüğünü koruma yükümlülüğü verdiğini hatırlattı.
“Getirilecek özerklik, anayasal sınırları aşarsa bunu şeref meselesi yaparız ve müdahale ederiz” dedi.
Buraya kadarı bize tanıdık...
Bundan sonrası farklı...
Milli Savunma Bakanı çıkıp dedi ki: