“12 dev adam”ın maçlarını ve referandumu peş peşe izleyince insan “yurdum insanı”nı daha iyi tanıyor.
Seyirci ile seçmenin bazı ortak özelliklerini de keşfediyor.
Pota önünde gözlediğim kimi tavırlardan yola çıkarak sandık başında da tezahür eden “milli karakter”imizi deşmek istiyorum:
* * *
Benim izlediğim maçlarda çevremdekilerin çoğu ilk kez bir basketbol maçına gelmişlerdi. Yani başarının kokusuna koşmuşlardı.
Bu da gösteriyor ki, aslında biz sporla değil, skorla ilgiliyiz.
Ne oynadığımız, nasıl oynadığımız önemsiz.
Dursun Akçam darbeyi bir gün önceden haber almıştı. Yeşil pasaportu hazırdı. Valizi de... 11 Eylül akşamı hemen havaalanına gitti. Dış hat seferlerinin durdurulduğunu öğrendi. İzmir uçağında boş bir yer bulabildi. İzmir’e uçtu. Havaalanında bir grup gazeteciyle karşılaştı. Ecevit‘i bekliyorlardı. Ecevit’in danışmanının kulağına eğilip, “Yarın darbe var“ dedi. Sinirlendi danışman:
“Her Allah’ın günü aynı tevatür...” diye söylendi.
* * *
Ecevit’le buluşacaklardan biri de Süleyman Çelebi’ydi.
12 Eylül Cuma günü Trabzon’da “Demokrasi Mitingi“ yapacaklardı. DİSK adına kendisi konuşacaktı.
Giresun’da mola verip otele yerleştiler.
Sabah 05’te bir sendikacı arkadaşının telefonuyla uyandı.
60 yıllık çok partili demokrasimize 4 sağcı lider damgasını vurdu:
Menderes... Demirel... Özal ve Erdoğan...
Bu 4 lider de görülmedik seçim zaferleriyle koltuğa oturdu:
Menderes 1950’de yüzde 53,5 ile...
Demirel 1965’de yüzde 52,8 ile...
Özal 1983’te yüzde 45 ile...
Erdoğan 2002’de yüzde 34 ile tek başına iktidar oldu.
Baykal, “Referandumda ‘Evet’ ülkeyi böler. Çünkü halkın yarısı bu anayasayı istemiyor” demiş.
Aynı mantıkla kılpayı “Hayır”ın da böleceği söylenebilir.
Görünen o ki, yine korkularımızı yarıştıracağız bu seçimde de...
Aklımızla değil kaygılarımızla oy vereceğiz.
Ve muhtemelen yine tam göbekten yarılacağız; bir elmanın birbirinden ölesiye korkan iki yarısı gibi...
* * *
Bölünme korkumuzun kökleri derinde:
Zamanında Özal suikastını soruşturan cumhuriyet savcısından dinlemiştim.
Elde ettiği bulguları Cumhurbaşkanı Özal’a sunmak için randevu istemiş. Özal, İstanbul’da Harbiye Orduevi’nde kalıyormuş. Orada buluşmuşlar. Savcı lafa girmeden önce Özal odadaki televizyonun sesini iyice açmış.
Savcı, Cumhurbaşkanı’nın dinlenme ihtimaline karşı önlem aldığını anlamış.
Cumhurbaşkanı’nın bile, orduevi çatısı altında dinlenmekten korktuğu bir ülkede kim kendini güvende hissedebilir ki?
Daha sonraları Başbakan Erdoğan da “Benim eşimi bile dinlediler” dememiş miydi?
* * *
Bir devrin usulsüzce dinlenen mağdurlarından iktidara geçtiklerinde ne beklersiniz?
Dün, hükümet için güven oylamasına dönüşen referandumun anayasayı yenilemek için bir şans olmaktan çok, yanlış bir üslubu cezalandırmak, doğrusunu cesaretlendirmek için bir fırsat oluşturduğunu yazmıştım.
Oylarımızla karşı çıkabileceğimiz yanlış üslup,“Hayır”cıları şer ittifakı olarak gören; “’Evet’ demeyen yarın huzurumuza gelmesin” diyen üsluptu.
Bunun, değiştirilmek istenen 12 Eylül zihniyetinden bir farkı yok.
Üstelik bu tehdit, paketin muhtemel katkılarından daha kalıcı olabilir.
12 Eylül’e “Hayır” diyorsak, taklitlerinden de sakınmalıyız.
* * *
“Cesaretlendirmek gerek” dediğim yaklaşım ise, CHP’nin yeni liderine ait...
Geçen gün AKP’nin önde gelen eski bakanlarından biri özeleştiri yaptı:
“En büyük hatamız, bu referandumu hükümet için güven oylamasına dönüştürmek oldu” dedi.
Bu cümlenin girişini “Muhalefetin en büyük başarısı” şeklinde de değiştirebiliriz.
Dolayısıyla, artık 12 Eylül’de oylanacak şey, sadece anayasa paketi değildir.
“Hayır”, hatta düşük yüzdeli bir “Evet”, hükümete uyarıdır.
Güçlü bir “Evet” ise, Erdoğan için güvenoyu sayılır.
* * *
Hani “konuşan Türkiye” istiyorduk; ne oldu? Tarkan “Allianoi sular altında kalmasın” dedi ya...
Çevre ve Orman Bakanımız ayar veriyor:
“Sanatçı sanatıyla ilgilensin. Bilmediği konuya burnunu sokmasın.”
Bakan’ın sonraki cümlesi ne?
“Muhalefet etmeyin de, işimize bakalım” mı?
Değil! Sonraki cümle şu:
“Orası Allianoi değil, bildiğin ılıca...”