Bodrum’da çalınan parçalara kulak kabarttım (hoş kabartmaya gerek yok ya, siz istemeseniz de onlar kulağınızın dibinde kabarıyor zaten); en çok Hande Yener’in sesini duydum:
“Bodrum’a da gittik beraber/ İstanbul’da da yaşadık/
Sorun şehirlerde değildi/ Biz tam yalandık” diyordu.
Sonra Sertab geliyor:
“Ben yazdım kadere hüznü, perişanı/
Sonu gelmez yine de bitmez ümitler/
Yoksa bahçemin eski şânı/ sebebi koparılan çiçekler...”
Veee tabii Sıla’nın “Alain Delon”u:
“Ba-ba-ba-ba havalara, nasıl da geriniyo/
Alain Delon’um benim, nasıl da kasılıyo/
No-no-no almayım, başkası alsın/
Tipim değilsin, üstü kalsın.”
* * *
Hemen her yerde “Eller havada” dinlenen bu şarkıların ortak paydası, şarkıda anlatılan ilişkilerin çakılması...
Yılın modası, “yalan ilişkiler”, “aşk bahçesinden koparılmış çiçekler”, “yalnız ve çıplak, mutsuz ve damsız” gençler...
Bu şarkıları, geceden dağa kazınıp sabah apar topar silinen “Seni seviyorum” yazıları eşliğinde dinleyince şunu anlıyorsunuz:
Hayli uzun sürmüş bir baskı döneminin bitmesi şerefine düzenlenen “Oh be nihayet rahatladık” partisinin sonuna yaklaştık.
Son kuşakta, en azından belli kesimde ilişki yaşı hayli düştü; seks için evlilik mecburiyeti kaldırıldı; isteyenin istediğiyle istediğini yapmasına imkân tanındı.
İlişkilerde ambargonun kaldırılması, ambargoya inat, tamamen ambargosuz ilişkilerle kutlandı.
Bodrum’un başkent olduğu bir coğrafyada, “modern insan”, belki de ilk kez sınırsız seçenek arasından “karşılıklı” eş seçip gönlünce yaşama serbestisine kavuştu.
Aseton kadar uçucu beraberlikler moda oldu.
Peki bu feryatlar ne o zaman?
Neden bu “ışıklı, janjanlı” başıboşluğun arka bahçesinden sızlanmalar işitiyoruz?
Niçin en popüler şarkılar hep yalnızlıktan söz ediyor?
Niye herkes “Yalanların aktığı bir yerde susamak/ keşkelerin olmadığı bir yerde yaşamak” istiyor?
* * *
“Sindirilmemiş bir özgürlük”ten söz edebilir miyiz?
1968’de “çiçek çocukları” da “serbest”ti; ama orada toplumsal ve topyekün bir özgürleşme talebinin cinsel yansıması vardı.
Biz sondan başladık.
Kafalar özgürleşemeden kalçalar özgürleşti.
O da genelleşmedi, lokal kaldı.
“Bodrum’a da gidip İstanbul’da yaşayan” “serbest kadın”ın sahneye çıkması, taşralı erkeği hazırlıksız yakaladı.
O hâlâ -babası gibi- “serbest kadın”ı, “kevâşe” sayıyor.
Evlenmek için “iffetli kadın” arayışını sürdürüyor.
“Tipim değilsin, üstü kalsın” diyen kadın ise üstünü vere vere yoksullaşıp yalnızlaşıyor.
Bir yanıyla ölesiye bağlanmayı özlerken, öte yandan bağlanıp ölmekten korkuyor.
Yalnızlık pahasına serbest kalmayı seçiyor.
* * *
Eskiden zor olan ayrılmaktı; sürdürmek mecburiydi çünkü...
Şimdi ayrılık çocuk oyuncağı; zor olan sürdürmek...
Asırlarca çiftleri alyans prangasına vuran ailenin bu kuşakta çözülmesi, yalnızlığın tadını almış bireyler yarattı.
Lakin bunun da bir hayatı başkasıyla paylaşmaktan daha kolay olmadığı gibi daha cazip de olmadığı anlaşıldı.
Özeti şu:
Bir uçtan diğerine savrulduk.
Parktan “Çimlere basmayınız” yazısını söktük, ama talanın sonunda elimizde çimsiz, çiçeksiz bir bahçe kaldı.
“Yaşasın, ipimizi kopardık” partisi bitmek üzere...
Dileyelim bundan sonra yasaksız, talansız, yalansız, ölümsüz ilişkilerin devri başlasın.