Tam yüz yıl önce bugün, yani 15 Mayıs 1919’da İzmir, tarihinin en sancılı gününü yaşadı.
Kentin, Yunan kuvvetleri tarafından işgal edileceği söylentisini duymayan kalmamıştı. İzmir Körfezi ve çevresindeki İtilaf Devletleri savaş gemileri de bu söylentiyi doğrularcasına iyice kalabalıklaşmıştı.
İzmir Vali Vekili Nurettin Paşa’nın, durumu Harbiye Nezareti’ne bildirmesine ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’nın (Çakmak) bir Yunan çıkarmasının kuvvetli ihtimal olduğu şeklindeki uyarısına rağmen hükümetten gelen cevap, çıkan söylentilerin aslının olmadığı yönündeydi.
Ancak söylentilerin boş olmadığı, 14 Mayıs 1919 günü müttefik kuvvetler adına Amiral Calthorpe tarafından gönderilen ve üzerinde “Ekselansları İzmir Valisi’ne” yazılı zarfın içindeki bir notayla ortaya çıktı. Orijinali Cumhurbaşkanlığı Osmanlı Arşivleri’nde bulunan ve değerli dostum Mustafa Üzel’in kişisel bloğunda yayımladığı nota aynen şöyle:
3 yıl 3 ay sürdü
14.Mayıs.1919
Ekselansları
1942 ile 1950 yılları arasında kullanımda olan 10 liranın arka yüzünde bulunan üç Yörük kadını gravürünün ilginç bir hikâyesi vardır. Tıp doktoru Prof. Albert Eckstein, Nazi Almanya’sının zulmüne uğrayan, Yahudi asıllı bilim adamlarından biridir. 1935 yılında ‘Adolf Hitler’ imzalı bir mektupla görevinden azledilen Eckstein, başka ülkelerden de davet almasına rağmen Türkiye’ye geldi ve Ankara Numune Hastanesi’nde çalışmaya başladı. Göreve başladığının birinci gününde dönemin sağlık bakanı Refik Saydam’la tanıştı. Saydam, Eckstein’dan Türkiye’yi köy köy dolaşarak çocuk sağlığı ve hastalıkları konusunda bir rapor hazırlamasını istedi.
Albert Eckstein, eşi Erna Hanım ve genç bir doktor olan asistanı Selahattin Bey’le birlikte 1937 ve 1938 yıllarında Orta, Güney ve Batı Anadolu’da 25 il ve sayısız köyde tetkiklerde bulundu. Eckstein, bu tetkikleri yaparken fotoğraf çekmeyi de unutmadı. Büyük bir arşiv oluşturdu. Onun çektiği fotoğraflardan biri, yazımızın başında söz ettiğimiz, 1942 yılında tedavüle giren 10 liraların üzerine basıldı.
Asistanı Selahattin Bey, o günlere dair anılarında Eckstein’ı “Eckstein, köylere yaptığımız bu ziyaretler sırasında, bugün İstanbul’daki Alman
Sizlere, yaklaşık iki yıldan bu yana kıyıda köşede kalmış İzmir hikâyelerini anlatmaya çalıştığım ‘Tarih Notları’ adlı bu köşe benim en büyük keyfim. Sıkça da Bornova’yı anlatırım, bilirsiniz... Anlatılacak o kadar çok şeyi olmasına rağmen yakın zamana kadar sanki biraz teğet geçilmiş gibidir Bornova.
Bornova’ya birazcık pozitif ayrımcılık yapmam o yüzdendir.
Büyükşehir Belediye Başkanımız Sayın Tunç Soyer’in İzmir’le ilgili en önemli gelecek planlarından birinin turizm olduğunu biliyoruz. Bu vizyon çerçevesinde kendine yer bulabilmesi adına, futbolun ilk kez oynandığı, ilk atletizm ve bisiklet yarışlarının düzenlendiği Bornova’nın tarihsel ve turistik zenginliklerini kısaca hatırlamak yerinde olacaktır diye düşünüyorum.
Homeros Mağaraları
Avuçlarımızın içinde Homeros Vadisi ve Mağaraları gibi bir hazinenin var oluşu, Bornova için büyük avantaj. Avrupalının bizden daha iyi ve çok daha önce tanıdığı, yüzyıllardır bir kutsal alan gibi ziyaret ettiği Homeros Mağaraları, Bornova’nın dış turizme tahvil edilebilecek en büyük zenginliğidir.
Ege Üniversitesi Etnoğrafya Müzesi, dünya denizcilik tarihinde yer eden gemilerin muhteşem maketlerinin sergilendiği Arkas Deniz Tarihi Merkezi ve
Kaş’ta görev yapan bir müzik öğretmeni…
Adı, Emre Dayıoğlu. Geçtiğimiz günlerde televizyon kanallarından birinde gördüm bu genç öğretmenin haberini. Köy köy dolaşıp bitmek tükenmek bilmeyen hazine değerindeki Anadolu ezgilerini kayıt altına alıyormuş. Sosyal medya kanallarına yüklediği birkaç videosunu da izledim. Muhteşem işler yapmış Emre Dayıoğlu. Ellerine, emeklerine sağlık.
Cidden bitmek tükenmek bilmeyen bir hazine sandığı gibidir Anadolu kültürü. Onun zenginliklerinden yararlanmak isteyen hiç kimseyi geri çevirmemiştir.
1960’lı yıllarda yollara düşerek bu hazinenin peşine takılan bir Ali Ekber Çiçek vardır mesela… Türk halk müziğine yaklaşık 400 türkü kazandırmıştır.
1940’lı yıllarda da Muzaffer Sarısözen Anadolu yollarındadır. Bitmek bilmeyen bir azimle uzun yıllar boyunca Anadolu’nun neredeyse her kasabası ve köyünü gezen Muzaffer Sarısözen, hem elektrik hem de akü ile çalışan bir alıcı ve verici ses kayıt cihazı ile kaydettiği on bin civarında halk ezgisini gün ışığına çıkarmıştır. Bir dönem TRT radyo ve televizyonlarının unutulmaz programı olan Yurttan Sesler Korosu’nun da kurucusu Muzaffer Sarısözen’dir.
Emre Dayıoğlu, Ali Ekber Çiçek ve Muzaffer Sarısözen gibi
Suphi Koyuncuoğlu Lisesi’ni herhalde duymuşsunuzdur. Bornova’nın 83 yıllık efsane eğitim yuvası. Aynı sokağın çocuklarının aynı okulda aynı sıralarda eğitim gördüğü bir semt okulu. Suphi Koyuncuoğlu Lisesi’nin hikâyesi ortaokul olarak 1936 yılında başlar. O yıl Buca Ortaokulu’na bağlı olarak Bornova Ortaokulu adıyla eğitime başlayan okulun ilk binası 9 Eylül 1922 öncesinde Levanten Varipati Ailesi’nin mülkü olan, günümüzde ise Ege Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi tarafından kullanılmakta olan tarihi yapıdır. İki yıl Buca Ortaokulu’na bağlı olarak eğitim veren Bornova Ortaokulu 1938 yılından sonra Müstakil bir eğitim yuvası olarak yoluna devam eder. 1940’lı yıllarda iş adamı Suphi Koyuncuoğlu tarafından satın alınarak Milli Eğitim Bakanlığı’na kiraya verilen tarihi Richard Whittall Köşkü’ne taşınan Bornova Ortaokulu 1961 yılında Suphi Koyuncuoğlu’nun binayı okula bağışlamasıyla Suphi Koyuncuoğlu Ortaokulu adını alır. 1960’lar Bornova’nın bir liseye ihtiyacının da iyice belirginleştiği yıllardır. 1966 yılında ortaokulun hemen yanındaki araziye yeni bir bina yapılır ve Suphi Koyuncuoğlu Lisesi de o binada eğitime başlar. İlk mezunlarını 1969 yılında veren Suphi Koyuncuoğlu Lisesi
Burunlarımız çağla bademin kokusunu aldı artık... Baharın iyice kendini hissettirdiği, ruhlarımızın tazelendiği günlerdeyiz.
1972 yılıydı. Küçücük bir çocuktum. Üst rafları file şeklindeki eski bir otobüsün penceresinden gördüm İzmir’i ilk defa. Herkes çayırlardaydı. Çocuklar sağa sola koşturuyor, uçurtmalar uçuruluyor, kimisi de çimenlerin üstünde yemek yiyordu.
Her yer cıvıl cıvıldı. Çocuk aklı işte... İzmirliler, her gün piknik yapıyorlar zannetmiştim.
Meğer ‘Mart Dokuzu’ şenlikleriymiş.
Sonraki yıllardan hatırlarım... Şimdiki Bornova Evka 3 Metro durağı ve çevresi, 70’lerde tamamen tarla ve zeytinlikti. 21 Mart sabahı, ellerinde torbalar, küçük tüpler ve mangallarla akın akın evimizin önünden geçerdi piknikçiler. Öğle saatlerinde hiçbir ağacın altı boş kalmazdı.
Rumi Takvim’e göre 9 Mart, Miladi Takvim’e göre 21 Mart... Gece ile gündüzün birbirine eşitlendiği, kışın bahara döndüğü, toprağın uyandığı gündönümü...
Orta Asya ile Anadolu arasındaki tüm coğrafyada farklı isimlerle, ama aynı inançla kutlanan yeniden diriliş; Anadolu’da Yılsırtı, Günsırtı, Mart Dokuzu, Sultan Nevruz, Nevruz, Bahar Bayramı, Gün Dönümü ve Yenigün isimleriyle anılır.
18 Mart 1915, İtilaf Devletleri’nin kurduğu hayallerin Çanakkale Boğazı’nın karanlık sularına gömüldüğü gündür. Denizde yaşadıkları hezimetin ardından 25 Nisan 1915’te karadan saldırıya geçen İtilaf Devletleri’nin bu hayali de Ocak 1916’da yenilgiyle sona erdi.
İşte böyle iki cümleye de sığabilen, ancak aslında dünya tarihinin akışını değiştiren bu destanın içinde yaşanmış bir olayı, Yalnız Çam’ın hikâyesini anlatmak istiyorum size bugün.
6 Ağustos 1915’te, Avustralya İmparatorluk Gücü 1. Tugayı tarafından, onların ‘Lone Pine’ olarak adlandırdığı, bizim ise günümüzde ‘Kanlı- sırt’ olarak andığımız alana yoğun bir saldırı başlatılmıştı. Avustralyalılar oraya Lone Pine (Yalnız Çam) diyorlardı, çünkü bölgedeki makiliğin arasında sipsivri duran tek ağaçtı o Halep çamı. Türk mevzileri, Yalnız Çam’ın dibindeydi. Çam, Avustralya askerlerine Türk mevzilerine ateş etmek için nişan alırken referans noktası olarak kolaylık sağlıyordu. Kanlısırt’ta Yalnız Çam ve çevresinde 4 gün süren çatışmalarda her iki taraf da binlerce kayıp verdi. Yalnız Çam da o dört gün içinde gövdesine yediği mermi ve şarapneller yüzünden parçalandı ve öldü.
Çanakkale’de görebilirsiniz
Onbaşı Benjamin Smith ve kardeşi
Fotoğrafta üzüntü içindeki iki genç kızı görüyorsunuz.
Tarih 19 Kasım 1938...
Üzüntülüler çünkü... Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün cenazesi biraz önce önlerinden geçti ve İzmit üzerinden Ankara’ya götürülmek üzere Yavuz zırhlısına bindirildi.
15 yaşındaki iki Erenköy Kız Lisesi öğrencisinin o gün yaşadığı derin hüzün, Avusturyalı fotoğrafçı Othmar Pferschy’in objektifinden yansıyan bu görüntüyle Avrupa’da çok sayıda dergi ve gazetede kendisine yer buldu.
Fotoğrafta sağdaki trampetli genç kız, hayatı boyunca Bornova’nın bir eğitim kenti olması için büyük emekler veren, 2012 yılında kaybettiğimiz Seniha Kavala...
1923 İstanbul Üsküdar doğumlu olan rahmetli Seniha Kavala, Mal Hatun İlkokulu, Paşakapısı Ortaokulu ve Erenköy Kız Lisesi’nden sonra, İstanbul Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü’nden 1943 yılında mezun oldu... Aynı yıl yüksek kimya mühendisi Sabahattin Kavala’yla evlenerek Bornova’ya yerleşen Seniha Kavala, o dönemde ‘memleketin kimya mühendisinden çok öğretmene ihtiyacı olduğunu’ düşünerek, yaşadığı şehrin eğitimine ışık tutmak amacıyla uzun süre öğretmenlik yaptı...
Diğer genç kız kim?
Seniha Kavala, kurucuları arasında yer aldığı ‘Okul Yaptırma ve Yaşatma Derneği’y