"Hayatım boyunca en büyük hayalim büyümekti. Çocukken arkadaşlarımla dükkâncılık oynardık. Biri müşteri diğeri dükkân sahibi olurdu. Büyüklerin rollerine bürünmekten büyük heyecan duyardık. Ergenken yurtdışında yalnız yaşadım. 30’larımda yetişkin kabul edilmek için sahip olabileceği her şeye sahiptim. Kariyer, ev, koca, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, buzdolabı…
Bütün resmi kağıtlar ve beyaz eşyalarım artık hep hayalini kurduğum gibi kendine güvenen bir yetişkin olduğumu müjdeliyordu. Ama zaman zaman yetişkin olamadığımı hissediyordum. Mutfaktaki çöpü açıp içinde kurtlanmış artıkları görünce mesela annemi aradığımda. Ya da çantam çalındığında insanlar bana sigortan var mıydı diye sorduğunda “ne sigortası” diye yanıt verdiğimde.
Resmi olarak 30’larımda bir yetişkindim. Ama bunun gibi zamanlarda birden yolumu kaybediyordum. Yetişkin gibi hissetmemek bir yana, yetişkinliğin ne olduğunu bilmediğimi fark ediyordum. Bunu çözmek için insanlarla röportajlar
Önceki gün Ümit Alan’ın Birgün’deki sosyal medya ve algoritmalardan bahseden yazısı dikkatimi çekti. Bu yazıda sosyal medya ve algoritmalara dair mevcut bilgilerin güncellenmesi gayreti vardı. Uzatmayayım, bu başlıktan hareketle bir süredir kafamda soru işaretleri oluşturan bir meseleyi ifade etme fırsatı doğdu bana. Sosyal medyada kişiye özel dokunmuş bir bilgiler, haberler, insanlar ağının ortasında yaşıyoruz. Kullandığımız medyalardaki algoritma her geçen gün daha fazla kişiye özel bir dünya yaratıyor. “Kişiye özel” acaba fazla mı abartılıyor? Daha doğrusu “kişiye özel” iyi bir şey mi?
Bütün platformlarda “kişiye özellik” en önemli değer. Bu algoritmik hareketler, büyük yatırımlar elbette size yönelik daha etkin pazarlama yapılmasını sağlamak için. Size daha fazla mal, hizmet şu bu satmak için neticede. Bunu unutmadan bir kenara bırakalım ve şuna bakalım: Acaba kişiye özellikte birbiriyle yarışan algoritma yazılımları bizim için ne kadar faydalı? Bize gerçekten ne kazandırıyorlar?
Yani ben
“Running Up That Hill” şu anda ABD, İngiltere ve yaklaşık 10 ülkede daha Spotify, Apple Music, i Tunes listelerinde bir numara. Çok yakında dünya çapında bir numara olması muhtemel çünkü global Shazam listesinde bir numaraya yükseldi bile. Yani dünyada en fazla merak edilip Shazam’lanan şarkı şu anda Kate Bush’un 1985 tarihinde yayınlanan hit şarkısı “Running Up That Hill”.
Tik Tok’ta neler olduğuna henüz bakamadım. Yakında orada da büyük bir hareket başlar. Şarkı “Stranger Things” adlı dizinin yeni sezonunda yer aldıktan sonra ikinci hatta üçüncü baharını yaşamaya başladı.
Kate Bush’un bu çok meşhur, dramatik ve duygulu aşk şarkısı 1985 tarihli “Hounds of Love” albümünde yer alıyor. Çıktığında İngiltere single listesine üç numaradan giren şarkının açıkçası liste başarısı benim hiç umurumda değil çünkü bu bir pop klasiği. Liste başarısı önemsiz bir detay. 80’lerin ve pop tarihinin gelmiş geçmiş en güzel şarkılarından
Sagopa Kajmer’in yeni albümünün adı “Kâğıt Kesikleri”. 10 yeni şarkı ve iki remix bulunan albümde Şehinşah, Velet, Dr. Fuchs, Ramiz konuk sanatçılar. Sanıyorum Şehinşah’lı “Bla Bla Bla Bla” öne çıkan parça olacak. Sagopa eski usül beat’ler kullanmaya devam ediyor. Zaten sanırım eski usülü devam ettiren ve yaşatan artık tek isim kendisi. Rap giderek dallanıp budaklanırken yeni eski tartışmaları da elbette her zamankinden daha ateşli. Kavga dövüşün eksik olmadığı camiada herkesi bir araya getirebilen ender isimlerden biri Sagopa Kajmer. Daha albüm yayınlanmadan yapılan olumlu yorumlar kulağıma geldi.
Dj Snake’in “Disco Maghreb”i galiba bu hafta dinlediğim en enteresan şey. Cezayir kökenli Fransız Dj Snake’in müziği, kullandığı ritimlerin merkezine ve kaynağına doğru yaptığı bir yolculuk gibi olmuş. Cezayir usulü disco beat’leri, zurna, darbukalar, bir adet düğün, develer, çöl, derken ortam bayağı şenlenmiş. DJ Snake büyük işler imza atmış kafası çok iyi
Nereden baktığın önemli diye bir laf var ya, gerçekten de doğru. Olaya nereden baktığın önemli. Dünyaya nereden baktığın önemli. Ben iki gündür mesela Marmaris civarından bakıyorum dünyaya. Görüş açımda sadece mavi ve yeşil var. Bir anda dünyam deniz, uyku ve yemek yemekten ibaret oldu. Daha üç gün önce dünyanın merkezi sandığım Londra’daydım. Orası dışında her yer uzak ve önemsiz geliyordu. İstanbul’dayken de aynı hislere sahiptim. Demek ki her yer önemli. Ya da her yer önemsiz. Dünyanın merkezi benim için işte bulunduğum bu cennet vatan köşesi. Burası çok önemli, arzın merkezinde, olayların göbeğindeyim burada ben.
En önemli endişelerimden biri, güneşin açısı ve hareketi. Şezlongu şemsiyeye göre ayarlamak büyük bir mühendislik ve hesap gerektiriyor. Yarım saate bu güneş nerede olur, şu güneyden yaklaşan bulut bana zaman kazandırır mı, şemsiyenin yüksekliği, kapladığı alan çarpı benim şezlongun uzunluğu eksi iskelenin ucuna olan uzaklık eşittir, evet doğru yer burası
Ülkedeki gündeme en kolay uyum sağlayan müzik her zaman Rap. Bakmayın siz Rapçiler hep para, kadın, araba anlatıyor diyenlere. Doğru gerçi ama sadece bunlar değil. Türk hip hop camiası sosyal içeriğe de yer verecek kadar geniş ve çeşitli. Göçmen sorunu da sonunda Rapçilerin liriklerine yansımaya başladı. Hidra’nın “Göçmen” adlı şarkısı sevenleri ve eleştirenleriyle birlikte hayli konuşuluyor şu ara. Şarkı trend listelerde hızla yükseliyor. Sorun şu ki artık kimse kaçak girişlerle alevlenen göçmenler meselesine kayıtsız kalamıyor.
Hidra’nın liriklerinden anladığım, şarkı özetle “kategorik olarak karşı değilim ama bu kadarına da yuh” şeklinde bir yerde konumlanıyor. Memlekette yaygın görüş de bu galiba.
Rap’te göçmenlik konulu atışmalara çok uzak değiliz diye hissediyorum.
Can Koç fenomeni
Türkçe Rock ölmedi, yeni nesil müzisyenler tarafından gayet güzel bir şekilde yaşatılıyor. Can Koç güzel bir örnek. “Gökyüzünü Tutamam” ve
Temmuz 2006 tarihli Rolling Stone’un kapağına Depeche Mode’u koymuştuk. O yaz Türkiye’ye geliyorlardı. Kaçıncı kez hatırlamıyorum ama Depeche Mode Türkiye’yi bayağı sever. Çünkü burada en iyi konserlerinden bazılarını vermişlerdir. Defalarca da gelmişlerdir. Kötü bir vakanüvis olarak bu gelmelerin dökümünü tutmadım. Ama en efsane konserlerinin Abdi İpekçi’deki ilk konser (30 Ekim 2001, Exciter turnesi) olduğunu hatırlıyorum. Çılgındı.
Neyse, Depeche Mode ile değil ama onların dünya çapında tanınmasında önemli rol oynamış fotoğrafçı ve yönetmen Anton Corbijn ile görüşmüştük o sayıda. Alper (Bahçekapılı) telefonda bir söyleşi yapmış, Corbijn’in verdiği özel fotoğraflarla da çok güzel bir beş sayfa hazırlamıştık.
Burada Corbijn grupla ilgili çok değerli bilgiler vermişti. Depeche Mode’la konuşsak onlardan öğrenemeyeceğimiz bilgilerdi bunlar. En ilginci de Dave Gahan ile Martin Gore’un arasının her zaman açık olduğuna dair söylentiyi
Ali Akay’ın liderliğinde hazırlanarak kitap olarak basılan, 1995 ve 2021’de baskılarını yapmış “İstanbul’da Rock Hayatı” adlı çalışmadan bahsetmiştim pazar günü. Bu çalışmanın 1990’lı yıllarda yeşermeye başlayan yeni nesil Türk rock müzik çevresini incelediğini de anlatmıştım. Beyoğlu’nun her zaman kendini yenileyebildiğini göstermesi bakımından heyecan verici bir iş bu.
1990’ların kültürel hareketliliğine, özgürlük arayışına ve gençlik kültüründeki önemli bir kırılma noktasına sınırlı da olsa bir bakış sunuyor. Bu yüzden bahsetmek ihtiyacı hissettim.
2021 baskısındaki güncel önsöz ve devamındaki Türkçe Rap konulu analiz ağında ise bazı ciddi delikler ve boşluklar buldum. Ceketin ilk düğmesini yanlış iliklerseniz gerisi ne yaparsanız yapın bir türlü doğru oturmaz ya hani. Biraz o hesap. Temel analizler sallanınca üzerine bina ettiğiniz teori de en ufak rüzgârda zangır zangır titriyor.
Kitabın girişinde yer alan “Bugüne doğru Rock’tan Rap’e” başlığını