Beş yıl önce... İsrail ordusu, Gazze’ye insani yardım götürmek amacıyla 750 aktivistle yola çıkan Mavi Marmara gemisine ‘ablukayı ihlal ettikleri’ gerekçesiyle saldırdı; 10 kişinin ölümüne 55 kişinin yaralanmasına yol açan bir operasyonla gemiye el koydu. Bu saldırının hukukî yönden meşru olup olmadığı tartışmaları, Uluslararası Ceza Mahkemesi ile BM İnsan Hakları Konseyi’ne taşındı. Türkiye’nin açtığı davada 37 ülkeden 490 kişi müşteki ve mağdur sıfatıyla yer alırken, gemide saldırıya uğrayan aktivistlerden bir kısmı da ABD, Güney Afrika, İngiltere’de dava açtı...
Davalar ve kararlar
Bu tür davalar uluslararası ilişkiler açısından diplomatik krizlere yol açabilecek öneme sahip davalardır. Dolayısıyla bir gazeteci olarak davaların takibini yaparken, mahkeme kararlarını doğru okumak, kararları yerinde görmek, dava dosyasına hâkim olmak ama daha da önemlisi hukuki sonuçlarını ve yorumunu mahkemelere bırakmak gerekir. Sorun şu ki Mavi Marmara gemisiyle ilgili açılan davalar ve bu davalara ilişkin kararlarla ilgili haberler ‘haber’ olmaktan çıktı. Söz konusu olaya ilişkin davalar hukuki bilgi eksikliğinden ve ‘tek kaynaktan’ gelen bilgiler nedeniyle çelişkilerle dolu. Tam da bu
Önce soralım...
Fransa’nın başkenti Paris’te 129 kişinin hayatını kaybettiği, 99’u ağır, 352 kişinin yaralandığı eş zamanlı terör saldırıları, Ortadoğu’da sürdürülen kirli bir savaşın uzanan gölgeleri olabilir mi?
Öyle görünüyor. Arşivleri açıp bakın. Dünyanın her yerinde çatışmalar ve savaşlar yaşanıyor; sınırlar değişiyor, yeniden çiziliyor, bazıları haritadan siliniyor... Daha da vahimi bazı devletler bu yeniden paylaşımın göbeğine Ortadoğu’yu oturtunca, savaşın stratejik ahlaki boyutu da ‘el’ değiştirmiş görünüyor. Militer yapılar, yerini terör örgütlerine bırakıyor. Örneğin Musul’da üç bin yıllık tarihi kent Nimrud’u bir gecede haritadan silen asker değil terördü. Böylece kirli savaşların arkasına saklananlar, yarattıkları terörle giderek böyle böyle hepimizi vuruyor.
Bugün amacı, eylemi, hedefi farklılaşmış yepyeni terörist oluşumlarla karşı karşıyayız. Bu noktaya sadece devletlerin savaş politikalarıyla gelinmedi. Bu sürecin oluşumunda dünya medyası da önemli bir rol oynadı. Bir örgütün bu kadar kısa bir sürede büyümesini araştırmadı, üzerine gitmedi, eylemlerine sessiz kaldı, kirli savaşı sürdürmek isteyenlerin duymak istemedikleri şeyleri söyleyebilmek pahasına gazetecilik
Röportaj yapmak, bir haberin peşinde koşmaktan daha zordur; daha derin bir birikim ve tecrübe gerektirir. Röportajın başarısı bir gazetecinin haberini ‘konuşturması’ demektir... Ünlülerle röportaj yapmak sizi de ‘ünlü’ yapmaz. Başarılı gazeteci olmak soru sormak, soruların peşinde gitmek, doğru soruyu asıl muhattabına sormak demektir...
Bir dönem yaptığı röportajlarla ‘ünlenen’ Oriana Fallaci’yi gazetecilerin gözünde efsane yapan da budur... Ayetullah Humeyni, Golda Meir, Henry Kissinger, Şah Rıza Pehlevi, Ariel Sharon, İndira Gandhi, Zülfikar Ali Butto, Muammer Kaddafi, gibi pek çok ünlü liderle yaptığı çarpıcı röportajlarla sadece adını duyurmakla kalmamış, bir gazetecinin ancak sorularla var olabileceğini de ispatlamıştı...
Haber ve kaynak arkada
Türkiye’de durum biraz farklı gelişti. “Başarılı” gazeteci olmakla “ünlü” gazeteci arasındaki o ince çizgi 1980’lı yıllardan itibaren “sahte Fallaciler” yaratılınca ortadan kalktı. Her gazetenin mutlaka işi bilsin bilmesin “star” bir röportajcısı oldu... Böylece röportaj yapan gazeteciler, yaptıkları haberlerin veya röportaj yaptıkları kişilerin önüne geçti.
Hâlâ Milliyet’te dahil birçok gazete haber kaynağı arkada, haberi ya da röportajı
Şanlıurfa’da haftalık Arapça yayınlanan ‘Ayn Vatan’ gazetesinin yazı işleri müdürü İbrahim Abdulkadir ile muhabiri Firaz Hamadi bıçakla boğazları kesilerek öldürüldü.
Gazetecilerin bir yıl kadar önce Suriye’deki savaştan kaçarak Türkiye’ye geldiği, Özgür Suriye Ordusu’na üye oldukları, IŞİD aleyhine haber yaptıkları ve bu yüzden tehdit aldıkları öne sürülüyor.
Hemen hemen bütün gazete ve televizyonların ilk gün geçtikleri haberin özeti bu...
Gazeteciler duyumlardan hareket eder, olgulara dayalı habercilik yapar. Komplo teorileri üretmek bizim işimiz değil... Ama uluslararası derinliği olabilecek böyle bir olaya ilişkin akla gelebilecek her türlü soruyu sormak da gazetecinin görevidir.
Her zaman ilk bilgiler emniyet kaynaklı olacağı için haberi çok taraflı bir süzgeçten geçirmek, dezenformasyondan korunmanın başlıca yoludur. Muhabir haberde geriye düşmemek için kaçınılmaz olarak emniyet yetkililerine başvurur. Ancak ‘resmi kanallardan gelen her bilgiyi doğru olarak kabul etmek’ zorunda değildir. Başka kaynaklara da yönelmesi gerekir.
Arapça yayımcılık
Türkiye’de gazete ve dergi vb. süreli yayın çıkarmak herhangi bir izne tabii değil. Ancak yayın öncesinde bölgede
Eskiden ‘ajandası’ olmayan gazeteciler ayıplanırdı... Ajandalar; önemli olaylar, davalar, tarihler, isimler, bağlantılar, telefonlar, fotoğraflar, önemli bulunan, tutulan notlarla dolardı... Yeniden hatırlamak, hatırlatmak, zamanı gelince bu bilgilerden yararlanmak için... Bu nedenle bir gazetecinin tuttuğu ajanda, onun hangi alanda ne kadar uzmanlaştığının da önemli bir göstergesi sayılıyor.
Dünyanın herhangi bir yerinde gazetecilik yapan bütün meslektaşlarımız için bu böyle. Abdi İpekçi ve Papa suikastını araştırmak amacıyla Türkiye’ye gelen Polonya TVN ekibinin tuttuğu notların, çetelerle bağlantılı isimlerin ve hazırlanan şemaların son derece çetrefilli, çok ayaklı iki kabarık dosyaya dönüşmesi, her birinin elinde bir ajanda olduğu içindi...
Ajanda delil olursa
Ancak son yıllarda potansiyel suçlu muamelesi gören gazeteciler için ajanda tutmak neredeyse bir kâbusa dönüştü. Diyarbakır’da bir ay önce iki İngiliz gazetecinin tutuklanması sırasında ‘suç delili’ olarak ajandalarının gösterilmesi sanırım bunun en iyi örneği...
Türkiye medyası araştırmacı gazeteciliğin kapısını aralayan bir ‘anahtar’ işlevine sahip ajandaların önemini unutmuş olmalı ki; Philip Gingell Hanrahan ve Philip
Ankara’daki barış mitingine yapılan bombalı saldırıda hayatını kaybeden insanların hikâyelerine medya geniş yer verdi. Kızını, oğlunu, kocasını, karısını, torununu kaybeden insanlarla konuştu ve hemen her birinin parçalanan ‘gelecek’ umudu gazetelerin satır aralarında kaldı.
Türkiye’de sivil halkın yaşam hakkının korunmasını, hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasını, şiddetten ve baskıdan arınmış seçimlerin demokratik bir ortamda yapılmasını talep eden ve aralarında hukukçuların da olduğu okurlarımız söz konusu katliamla ilgili soruşturmada gizlilik kararı alınmasına tepkili.
Bir katliama ilişkin soruşturmanın güvenliğini gerekçe göstererek katliama ilişkin soruşturmanın akıbetini bilmemek, kamuoyunu olası terör eylemlerine karşı insanları endişeye sevk ediyor:
“Bu ülkede terör her zaman oldu. Yarın terör yüzünden bizim de gerçekleştiremediğimiz hayallerimizi mi yazacaksınız? Peki, ama basının görevi bununla mı sınırlıdır. Bu terörün organize bir iş olup olmadığını, arkasında kimlerin bulunduğunu, hangi amaca hizmet ettiğini bile yazamayacak mısınız?” diye soruyorlar.
Yasak çözüm değil
Öyle görünüyor. Yazamayacağız. Soruşturmaya yönelik kısıtlama kararına göre; avukatlar bile
Demokrasilerde siyaset savaşlarının yeri seçim sandığıdır. Türkiye ise giderek tırmanan terörün gölgesinde seçime hazırlanıyor. Kirli bir siyaset üzerinden yaratılmak istenen kaos ortamının önüne geçmek için sivil toplum örgütleri bir miting düzenlemek isteyince, terör bu kez barışı hedef aldı. Ve Türkiye, tarihinin en kanlı terör eylemlerinden birini yaşadı.
100’ün üzerinde insanın hayatını kaybettiği olayda ceset parçaları etrafa dağılıp ortalık kan gölüne dönünce internette yer alan görüntülere haklı olarak “geçici” yayın yasağı getirildi. Bunu anlamak mümkün; terörün amacına hizmet etmemek ve toplumda panik yaratmamak için... Ancak yetkili merciler kabul etmese de olaydan hemen sonra twitter, facebook gibi internet sitelerine de belli bir süre erişim engellendi... Dolayısıyla okurlarımızdan da gelen tepkiler üzerinden sormak istiyorum:
Terörün neyi amaçladığını, kimi hedef aldığını, olayın nasıl, ne şekilde meydana geldiğini sorgulamadan, olayda istihbarat ve güvenlik zafiyetinin olup olmadığını araştırmadan, hayatını kaybeden insanların kimliklerine, yaralılara nasıl müdahale edilip edilmediği bilgisine ulaşmadan ve hatta yetkililerden henüz tek bir açıklama bile
Türkiye’de siyaset kendi fikrini ve düşüncesini savunanı, yazarak çizerek muhalefet edeni hemen her dönemde tehdit etti. Gazetelerin basıldığı, kapatıldığı, gazetecilerin gözaltına alındığı, dövüldüğü, öldürüldüğü dönemlerden hep beraber geçtik. Saldırganlar yargı karşısına çıkartılsa da siyaset yapma kültürümüz bunları her zaman dokunulmaz kıldı, korudu. Gazetecileri korkutan, susturan, sindiren, hizaya sokan bir zihniyetin, bugün tetikçilerde vücut bulmuş haline yine tanıklık ediyoruz.
Faili meçhuller
Bu tür oluşumlar siyasetin ideolojik duruşuna göre varlığını hâlâ sürdürüyor olabilir mi? Öyle olmalı. Yoksa bugün hâlâ gazetelere saldıran, gazetecileri döven, çatışma bölgelerinde görevini yapmaya çalışan gazetecileri gözaltına alarak işini yapamaz hale getiren ‘faili belli’ oluşumları nasıl açıklayacağız.
Parmağını uzatarak gazetecileri sürekli hedef gösteren siyasetçilerin bir dönem cinayetlere ve katliamlara uzanan yolda oynadığı ‘rolü’ biliyoruz. Ama şunu da unutmamamız gerekiyor: Sabahattin Ali’den, Abdi İpekçi’ye, Ümit Kaftancıoğlu’ndan Musa Anter’e, Uğur Mumcu’dan Hrand Dink’e uzanan gazeteci cinayetlerine sadece siyasetçilerin değil, basının da ‘tek başına’