Okurlar çoğu kez bir köşe yazarının bir olayla ilgili değerlendirmesini, bütün bir gazetenin yayın politikasıymış gibi algılayabiliyor.
Türkiye medyasında yoruma dayalı köşe yazarlığı, objektif habercilikten daha mı fazla ilgi görüyor? Geçmiş dönemlerde bu soruya olumlu yanıt vermek mümkündü. Bugün dijital ortamda haberlerin anında yayılması ve beraberinde yaşanan bilgi kirliliği zaman içerisinde okurların doğru habere olan ihtiyacını artırdı. Ancak sorun şu ki okurlar bu kez de köşe yazıları ya da yoruma dayalı analiz yazılarla objektif haberler arasındaki ayrımı göremez hale geldi.
Yoruma dayalı habercilik sadece bizde değil dünya basınında da önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. American Press Institute (API) bu konuya ilişkin yaptığı araştırmada çarpıcı sonuçlara ulaştı. Okurların haberlerle, fikirsel yazıları “içerik” ve bu içeriğin kaleme alınışı nedeniyle ayrıştıramadığı sonucuna ulaştı. Örneğin Amerikalı her on okurdan üçünün medyada bilgi temelli içeriklerle yorum içeren haberleri birbirinden ayıramadığı sonucuna varıldı.
Kuruma bakışı etkileyebiliyor
Araştırma bir okurun habere duyduğu güvensizliğin nedenleri üzerinde de duruyor. Haber ve fikir yazıları arasındaki
Kamuoyunun merakını tatmin etmek için “ünlülerin” özel yaşamına ilişkin ayrıntılar izinsiz yayımlanamaz. Ancak şiddete maruz kalanları korumak için çıkartılmış bir yasa da bir magazin dedikodusuna alet edilemez.
Bir gazeteci haber yaparken iki şeye dikkat eder: Birincisi haberin, ikincisi habere konu olan kişi ya da kurumların niteliğine. Ancak magazin haberciliğinde durum hayli farklı… Haberin niteliğine bakmaksızın “şöhretli” olanın hayatı, aşkları, kavgaları, ihanetleri üzerinden gündemini belirliyor.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tam da bu nedenle medyanın şöhretlerin özel hayatına nüfuz edebilme lüksüne sınırlama getirdi. Mahkemenin ‘özel hayat-mahremiyet’e ilişkin ilk ölçütü, ‘resmi görev’, ikinci ölçütü ‘mekân’ olarak belirlendi. AİHM, siyasetçinin özel yaşamı ile resmi görevi bulunmayan bir bireyin özel yaşamı arasında ayrım yapıyor. Siyasetçinin bazı durumlarda özel yaşamı hakkında da siyasal, toplumsal tartışmaya katkıda bulunabileceği gerekçesiyle haber yapılabileceğini, halkın bilgi edinme hakkı olduğunu söylüyor. Ancak ünlü dahi olsa resmi bir görevi olmayan bir bireyin özel yaşamının kamu çıkarını ilgilendirmediğini belirtiyor.
Örneğin Monako Prensesi
Görselin kamuoyu üzerindeki etkisinin, yazılı metinlerden daha fazla olduğu biliniyor. Bu yüzden eski çatışma ve savaşlara ait videolar, bilgisayar oyunları, düşürülen uçaklar, imha edilmiş tanklar “yeni” gibi paylaşılıyor
Brüksel; internet üzerinden “yalan haberle mücadele” etmek amacıyla, aralarında gazeteci ve teknoloji devlerinin de bulunduğu 40 uzmandan oluşan bir çalışma grubu oluşturduğunu açıklarken, Türkiye’de sosyal medya ve haber siteleri Afrin Harekatı’ndan olduğu iddiasıyla manipülasyon amaçlı çok sayıda yanlış görüntüyü dolaşıma soktu…
Mehmet Atakan Foça’nın kurduğu Teyit. Org’dan Gülin Çavuş, Ali Osman Arabacı, Burak Avşar son derece başarılı bir “gerçek gazetecilik” faaliyetinin altına imza atıp, söz konusu videoları ve fotoğrafları araştırdılar. Sonuçta en ciddi televizyon ve haber siteleri de dahil olmak üzere sosyal medya paylaşımlarındaki yanlış bilgileri tek tek sıraladılar. Örneğin
- YPG tarafından esir alınan Türk askerlerini gösterdiği iddiasıyla yayımlanan fotoğraf 2015 yılında Suriye’nin kuzeyinde Halep’in Rityan beldesinde ele geçirilen ve içinde Hizbullah militanlarının da bulunduğu bir gruba ait.
- Afrin’de Şeyh El Hadid bölgesindeki operasyona dair
Şiddete karşı kamu bilincini oluşturan üç şey; devletin kararlılığı, yargının adaleti ve medyanın sorumluluğudur. Birinin eksik olduğu yerde, toplum da şiddetin seyircisi durumuna düşüyor…
1990’lı yılların ortası… Yaşlı bir adam ışıkta geçmeye çalışan bir aracın içindeki gençlere kızmış, onlar da aracın içinden inip yaşlı adamı döverek öldürmüşlerdi... Döverek birini öldürmek, öldüresiye dövmek... Dehşet vericiydi; insanlar seyretmiş, kimse yaşlı adamın yardımına koşmamıştı.
Ve geçen hafta… İşitme engelli bir genç, üniversite öğrencisi dört kişi tarafından minibüste öldüresiye dövülmüş, yine olaya kimse “müdahale” etmemişti! Haber medyada geniş yer buldu… Sosyal medyada paylaşım rekoru kırdı. Öyle ki; saldırıyı yapanlardan çok, olaya tepkisiz ve seyirci kalan yolcular daha çok kınandı: “Yazıklar olsun bu olayı seyredenlere…”, “O izleyenler kendisini adam yerine koymasın”, “Ben olsam tepki gösterirdim” “Vicdansızlar, kımıldamadılar bile!” diyerek…
Tepkisizliğe tepki duymak
Bugün insanların neye, nasıl, tepki gösterdiğini, neye duyarlı olup olmadıklarını “tıklama” rekoru kıran haberlerin içeriğine bakınca anlamak ve hatta yorumlamak daha da mümkün hale geliyor. 3. sayfa haberlerine
Münir Özkul için tören düzenlendiği saatlerde, sosyal medya onun tiyatro ve sinemaya katkılarını paylaşmak yerine, “Birikmiş kira borcunu ya da hastane masraflarını kimin ödediği” bilgisini paylaşıyordu...
Doğu toplumlarında “acıma” duygusu marazidir. Bağışta bulunur, yardım eder, iyilik yapar ancak bütün bu yapılanlar, büyük bir gürültüyle dile getiren kesim için, aynı zamanda “var olma” nedeni sayılır. Dolayısıyla iyi niyetle yapılsa da sunuş ve dile getiriş biçimi çoğu kez “onur kırıcı” bir şekilde tezahür eder.
İstanbul’da hayata veda eden Türk tiyatro ve sinemasının duayen isimlerinden Münir Özkul için tören düzenlendiği saatlerde, sosyal medya onun tiyatro ve sinemaya katkılarını paylaşmak yerine, “... birikmiş kira borcunu, kendisine kimin nasıl ev aldığını ya da hastane masraflarını kimin ödediği” bilgisini paylaşıyordu. Özkul ailesi bütün bu iddiaları reddettiğinde ise sosyal medyada bu bilgiler bir yazar adıyla açılan bir sitede 71 bin 753 paylaşım ve 8 bin yorumla paylaşım rekorunu çoktan kırmıştı.
İddiaların yalanlanmasını bir tarafa bırakalım. Diyelim ki bu bilgiler doğru. Peki, bir insanın birinin yaptığı yardımseverliği överken, yardım gören insanları ya da
Türkiye’de kadına yönelik algı ve şiddet rayından çıktı. Türkiye medyası çözüme yönelik ses getiren proje, düzenleme ve toplumsal bilince katkı sağlayan kampanyalara öncülük etmeli…
Yıl 1984. Türkiye’de özellikle kadınların iş güvencesinden ve güvenliğinden henüz yoksun olduğu yıllar. Milliyet kadınlar için “can ve mal sigortası” kampanyası başlatır. Yer yerinden oynar, Genel Sigorta kurumsal işbirliği ile 30 bin kadın sigorta ve can güvenliğine kavuşur…
Türkiye medyasının bugüne kadar toplumsal sorunlarımıza çözüm üretmek ve ortak toplumsal bilinç yaratmak adına açtığı kampanyaları biliyor musunuz? Medyanın çeşitli kurumlarla bir araya gelerek öncülüğünü yaptığı kampanyaları…
Milliyet Gazetesi’nin arşivi bu kampanyalarla dolu… Öyle ki; Milliyet’in “Kadınlarımıza can ve mal sigortası“ kampanyasının yanı sıra “Temiz Toplum” kampanyası, “Çürümeye son” kampanyası” “Milliyet Tüketicinin Yanında” kampanyası, “Baba beni okula gönder” kampanyası, “Haydi Güneydoğu’ya gidiyoruz” kampanyası, “Engelleri birlikte aşalım” kampanyası sadece benim bildiklerim… Başka gazetelerde de benzer kampanyalar düzenlendi. Hürriyet’in aile içi şiddete karşı kampanyası gibi… Kısacası Türkiye medyası;
Medyada özellikle ırkçı, ayrımcı, önyargılı haber ve yazılar geçmiş yıllara oranla azalmakla birlikte, okur yorum ve eleştirileri aksi yönde
Bazen geriye dönüp bakarsınız… Koca bir yıl ne yaptık diye… Medya toplumsal sorunlara yeterince duyarlılık gösterdi mi? Meslek ilkelerine bağlılığı, sorumlu haberciliği, kendisini sınırlayan uygulamalar karşısında tutumu ne oldu? Kendi öz denetimini sağlayabildi mi? Medyanın kendisini doğrudan ilgilendiren bu tür sorulara olumlu yanıt vermesi her zaman mümkün olmayabilir ama bu olmuyor diye medyanın tamamını yok sayabilir misiniz? İletişim bilimcilere göre; bu soruların temelinde kamuoyunun medyaya olan güvensizliği yer almakta. Oysa medya haberciliğini tartışılırken, okurun profili, olaylara yaklaşımı, hangi habere nasıl tepki gösterdiği bilgisi de aynı derecede önemli sayılmalıdır. Birbirini besleyen midir? Yoksa birbirinden ayrışan mıdır?
Nefret söyleminde artış
Bu soruya tam olarak yanıt vermek mümkün olmasa da geride bıraktığımız yılı baz alarak önce küçük bir haber taraması yapalım: Medyanın önemli bir bölümünün ifade özgürlüğü ihlallerini sayfalarına taşıdığını, kamuoyunu ilgilendiren, gazetecilere açılan davaların izlendiğini,
9 yaşında bir kız çocuğuyla evliliği normal sayıp, aile içi cinselliği naylayanların her türlü anormalliği meşru hale getirmesi bütün toplumu içine çeken bir tuzaktır
Türkiye medyası; tarihsel süreç içerisinde edindiğimiz bir kültürün mirası sayılan uygarlık, çağdaşlık gibi bazı kavramlara yabancılaşıyor mu?
Ya da şöyle soralım: Çağdaş toplumlarda yeri olmayan, bir hukuk devletine yakışmayan üstelik ancak şeriat hükümleriyle yönetilen bir ülkede geçerli sayılabilecek bazı söylemler, giderek medyada kendine daha mı fazla yer bulmaya başladı?
Çoğu, kız çocukları üzerinden “normalleştirilen” ve “olağan” hale getirilen sapkın cinsel söylemler üzerine kurulu haberlerle nasıl bir algı yaratılmaya çalışılıyor?
Elbette haber değeri olan hiçbir konu kamuoyundan saklanamaz. Ancak bu tür haberlerin kamuoyunda yaratacağı algı, huzursuzluk, endişe ya da benzer haberlerin zaman içerisinde çokluğu tehlikeli bir biçimde normalleşiyor…
Sinsi bir virüs gibi
Ancak bu tür konuların meşru hale gelmesi bir topluma sinsi bir hastalık, bir virüs gibi yayılır, zamanla doğruyla yanlışı ayırt edemez hale gelirsiniz. Bir toplumu ayakta tutan kültürel mirasın nasıl yok olduğunu, bildiğiniz bütün kavramların içini