Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu “Kovid-19 salgınıyla ilgili aşırı bilgi bombardımanına maruz bırakıldık. Medya korkuyu tetikleyen spekülasyonların kullanımından kaçınmalı” diyor.
Dünya genelinde yeni tip koronavirüs (Kovid-19) vaka sayısı 5 milyonu geçerken, can kaybı 318 bine ulaştı. Salgından en fazla etkilenen ABD oldu. Avrupa başta olmak üzere birçok ülkenin sağlık sistemi çöktü. 55 ülkeye tıbbi malzeme yardımı ulaştıran Türkiye’deki tablo ise önlemlerin sürmesi halinde normale dönülmesi bakımından umut verici görünüyor.
Buna karşın her gün virüse dair ortaya atılan, ancak doğruluğu kanıtlanmamış yığınla bilgi ve insanların neye karşı savaş verdiğini bilmiyor olması korku ve panik yaratmakta. Virüsün kendisinden daha bulaşıcı olan bu korku ve paniği besleyen ne?
Prof. Dr. Yasemin İnceoğlu, özellikle küresel medyanın bireylerin direncini psikolojik olarak zayıflatmak için, kullandıkları korkutma taktiklerinin ürkütücü boyuta vardırıldığını belirterek, şöyle diyor: “Bu yaratılan korkunun neden
Herhangi bir bilgiye sanal yoldan ulaşmak çok kolaylaştı ama bazen, herkesi yanıltabilecek sonuçlar da doğurabiliyor. O yüzden, sanal ortamdaki bilginin ulaşılabilecek ve kanıt gösterilebilecek bir kaynağı olmalı
Bu çağın teknolojisi bize sadece sanal bir dünya yaratmadı. Kolay yoldan bilgiye ulaşırken, yaşamın bizzat kendisini de sanal hale getirdi… Öyle ki, ortalığa yayılan bilgi kirliliği yüzünden artık hangi söz kime ait, bilmek mümkün olmayabiliyor.
Mesela “Beğendiğiniz bedenlere, hayalinizdeki ruhları koyup, aşk sanıyorsunuz!” sözleri… Sizce bu sözler kime ait? Google’la yazınca 0.44 saniyede karşınıza 11 bin 600 sonuç çıkıyor. Üstelik neredeyse tamamı William Shakespeare’e atfedilen ya da “Otello”da geçen bir cümle olarak kayıt edilmiş. Shakespeare’in “Othello”su sadece bir tiyatro oyunu değil. Verdi’nin bestelediği operanın yanı sıra sessiz sinema dönemi de dahil olmak üzere değişik tarihlerde birçok filme konu olmuş bir eser.
Bu ifadeleri ben dahil birçok köşe yazarı
Araştırmalara göre; kamuoyu, bilimsel olmaktan uzak yorum yapan popüler isimlerin yerini, artık gerçek uzmanlara bırakmasından yana
Sosyal medya insanlara herhangi bir konuda kendi düşüncelerini açıklama imkânı tanıyor. Buna kimsenin itirazı yok. Ancak kamuoyunu ilgilendiren bir konuda; bir haberi, bir projeyi, bir programı desteklemek ya da tartışmaya açmak için genellikle “uzman” görüşlere ihtiyaç duyulur. Bunun için diploma sahibi olmanız yeterli değildir. O unvana sahip olmak için, o mesleği ayrıca icra ediyor olmanız gerekir. Üstelik her mesleğin kendi içinde ayrı bir uzmanlık alanının olması, doğru soruyu, doğru insana sormak ve bilgiye ulaşmak bakımından da son derece önemlidir.
Buna rağmen milyonlarca insanın hayatını, geleceğini ilgilendiren bir meselede bazı insanların uzman olmadığı halde görüş bildirmesi ya da uzman olmayan kişilerin görüşüne başvurulması, en az şüpheli bir bilgiyi paylaşmak kadar tehlikeli sonuçlara neden olabiliyor.
MEB eleştirileri dikkate aldı
Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlı Eğitim Bilişim
Türkiye Cumhuriyeti’nin 97 yıllık serüveni içerisinde, 70 yıl, o kurumun önemini ortaya koyması bakımından hayli önemli bir zaman dilimi. Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmenimiz Mete Belovacıklı, Milliyet’in tarihini kaleme almamı istediğinde endişelendim, çünkü gazetenin 70 yılını özetlemek, aslında Türkiye’yi özetlemek demekti. Yine de Milliyet tarihini üç açıdan incelemek mümkün. Birincisi: toplumsal dönüşüme bizzat katkı sağlayan Milliyet. İkincisi: ilkeleriyle, ilkleriyle, haberleriyle, yazarlarıyla efsane yaratan Milliyet. Üçüncüsü: yeni dünya düzeninin paradigmalarını doğru okumak için geleneksel olanı yeni medyayla buluşturarak köklü geçmişini geleceğe taşıyan Milliyet.
Sorumluluk aldı
Dolayısıyla Milliyet’i anlatmak için, Türkiye’nin çok partili hayata geçtiği, gazetenin de yayın hayatına başladığı 1950’li yıllardan başlamak gerekir. Çünkü o yıllarda Milliyet, ülkede yaşananların sadece siyasal, ekonomik ve toplumsal
Sevdiğiniz insanları hastane kapılarında beklerken, kurtarılacağına dair hep bir umudunuz vardır. Oysa umut etmek, bazen çok tehlikeli bir duygudur
Geçen yıl kardeşimi kanserden kaybettiğimde, bıçak kesiği gibi insanı delip geçen bir acı, içimde inanılmaz bir öfke patlamasına dönüştüğünde, o an, o hastanenin camını, çerçevesini aşağı indirmek istedim; bütün doktorlardan, hemşirelerden, hastaneden nefret ettim, etrafımda o an benim yaşadıklarımı hissedebilecek ne bir doktor ne bir hemşire ne de bir psikolog vardı. Zihnimde hiç yanıt bulmamış yüzlerce soru ve “Aslında isteseler kurtarılabilirdi” düşüncesiyle öylece kalakaldım…
Doktorlar beni hastamın hastalığı konusunda, önceden bilgilendirmemiş, hastanenin çabası beni bu olası sonucu metanetle karşılamam için yeterince hazırlamamış olsaydı o travmayla nasıl başa çıkardım bilemiyorum. Ama artık biliyorum ki, tıp her şeyin çaresi olamıyor.
Bu şiddetin kaynağı da belli
Sorun şu ki o gün benim yaşadığım bu acıyı şiddete, eyleme döken binlerce cahil, eğitimsiz hasta
Uluslararası bilim çevrelerinin araştırmalarına konu olacak kadar büyük bir öneme sahip olan Salda Gölü’nü kaybedersek kendini yenileme imkânı yok. Doğa kaybettiğinde, insanlar aslında daha çok kaybediyor
Bundan 24 yıl önce, İskoçyalı Prof. Dr. Mike Russel başkanlığında Glasgow Üniversitesi’nden bir ekip Salda Gölü’nde araştırmalar yapmak için Türkiye’ye geldi. Prof. Russel’a göre; Dünya’da Mars’ın yüzey özelliklerini taşıyan iki yer var. Biri Kanada’nın kuzey bölgesinde, diğeri de Salda Gölü’nde. Prof. Russel göldeki magnezyum yüklü beyaz kayaların Mars’ta da görüldüğünü güneş enerjisi ve kimyasal moleküllerin birleşmesiyle orada da hayatın oluşabileceğini ileri sürmüştü. Uluslararası bilim çevrelerinin araştırmalarına konu olacak kadar büyük bir öneme sahip Türkiye’de bir göl, sizce bizim için ne ifade ediyor? Oluşumu 2.5 milyon yıl öncesine dayanan bir gölün ne anlama
Kadın örgütleri şiddete maruz kalan kadınların davalarını sadece izlemekle kalmamalı hem şiddete uğrayan kadının hem bu şiddeti uygulayan erkeğin rehabilitasyonuna destek de sunmalı
Dünya edebiyatı birlikte olamayan, olsa da sonunda daima birbirini yok eden, kendi karanlığından beslenen hastalıklı aşk hikâyeleriyle doludur. Bir tür takıntı haline dönüşen aşk hikâyelerini en iyi tanımlayan ifade de sanırım William Shakespeare’in Othello’sunda geçen “Kalbin bir örümceğin ağlarına takılıp kalmış… beğendiğiniz bedenlere hayalinizdeki ruhları koyup, bunu da aşk sanıyorsunuz…” sözlerinde gizli olmalı.
Gerçek hayat çok farklı değil. Berfin Özek. Sosyal medyada tanıştığı bir gençle bir süre birlikte oldu ve ayrıldılar. Kendi ifadesiyle dostça ayrıldılar. Ayrıldıkları gün birlikte fotoğraf dahi çektirdiler. Fakat bir süre sonra bu eski sevgili kendisini yeniden takıntı haline getirdi; durmadan aradı, tehditler savurdu reddedilince de genç kızın suratına asit fırlattı. Takıntılı bir “aşk” hikâyesi,
Sosyal medyada koronavirüsün manipüle edilebilmesi, giderek artan bilgi kirliliği ve ön yargılarla herkesin kendi fanusundaki bilgi paylaşımıyla “başkalaşmış” gerçeklik algısı yaratıyor
Önce bir filmden söz etmek istiyorum: 150 miligramın peşine düşen bir doktoru konu alan “Brest’in Kızı” filminden. Halen Fransa’da küçük bir taşra kasabasında yaşayan göğüs hastalıkları uzmanı Doktor Irène Frachon’ın yazdığı bir kitabı konu alan gerçek olaylardan derlenmiş “yarı belgesel” bir film. Kilo vermek için, şeker hastalarına yönelik üretilen Mediator adlı ilacı kullanan hastalarının ölümünü araştıran ve ilacın yan etkilerini ortaya çıkaran bir grup taşralı doktor, ilacın ölümcül yan etkilerini anlatmak için Paris’te düzenlenen bir toplantıya katılır. Daha otelin girişinde döner kapıyı kullanamayan taşralı doktorlar olarak, şehirli meslektaşlarının alay konusu olurlar.
İlacı piyasaya sürenler, ilacın yan etkilerini görmezden gelirler. Doktor Irène