Başka ülkelerin yönetimlerine müdahale etmeyi neredeyse kendi varlık sebebi haline getiren ABD, “karanlık ittifak”larını sürdürmekten vazgeçmediAmerikalı Gary Stephen Webb’in trajik hikâyesini bilir misiniz? Kendi kuşağının en cesur araştırmacı gazetecilerindendi. Üstelik 1996 yılında CIA ile büyük uyuşturucu satıcıları arasında bağlantıyı ortaya çıkartan bir gazeteci. Bunu da Nikaragua’da sosyalist Sandinista yönetimini devirmek için isyancıları finanse eden Amerika’nın, uyuşturucu kaçakçılığı ile Reagan rejiminin sağcı terörist gruba verdiği desteği belgeleyerek yaptı. Bu bağlantıları anlatan makaleleri ve “Karanlık İttifak” adlı kitabı, üç resmî soruşturmanın önünü açınca birileri düğmeye bastı. Webb’in 30 yıllık mesleki başarısı, aldığı ödüller bir anda yok sayıldı. Hükümete yakın Amerikan medyasının saldırısına uğradı. Beyaz Saray’ın gölgesinde kurumsal bir linçe maruz kaldı. Bütün mesleki itibarını elinden aldılar. Başlangıçta ondan
Medya; her türlü ahlaksızlığı meşrulaştıran, televizyon programlarına konu olan devasa boyuttaki toplumsal çürümeyi görmeyerek nasıl bir gelecek inşa edildiğinin bilincinde mi?
Eskiden hırsızlık, cinayet, fuhuş, ensest, şiddet gibi haberler toplumun geneline sirayet etmeyen hastalıklı, alt sınıftan küçük bir kesimin olağan ‘işleri’ gibi algılanırdı. Oysa bu tür toplumsal sorunlar patolojik kimliklerin yansımaları olduğu kadar, ekonomik, siyasi, kültürel değerlerle beslenen bir toplumun nasıl şekillendiğinin de ciddi bir göstergesi.
Bir süredir toplum olarak nereye doğru yol aldığımızı mesleğinde başarılı dört kadın meslektaşımı; Müge Anlı, Esra Erol, Didem Arslan Yılmaz ve Serap Paköz’ü izleyerek anlamaya çalışıyorum. Onlar sadece birer sunucu değil. Televizyon ekranlarında her birinin programı; Türkiye’nin toplumsal kimliğini gözler önüne seriyor. Ve her biri, toplumun nereye doğru yol aldığının dehşet verici örnekleriyle dolu. Öyle ki; bütün ahlaki değerlerini yitirmiş, birbirleriyle yüz göz olmuş, terbiye
Nazi zulmünden kurtulan bir Yahudi’nin ifadelerine, yazdıkları bir kitapta yer veren iki holokost uzmanına iftira davası açıldı. Mahkemeden kitabın yazarlarına “özür dileyin” kararı çıktı. Medyada karar “Holokost inkârcılarına bir hediye” olarak yorumlandıVarşova Mahkemesi, iki profesörü sanık sandalyesine oturttu. Polonya Holokost Araştırmaları Merkezi’nin kurucusu Barbara Engelking ile Polonya’daki holokost konusunda uzmanlaşmış tarih profesörü Jan Grabowski’yi. Suçları; Nazi zulmünden kurtulan, hayatta kalan bir Yahudi’nin ifadelerine kitapta yer vermek. Mahkeme, iki holokost uzmanını, Polonya’da, bir köyün önde gelenlerinden Edward Malinowski’nin hatırasını zedeledikleri için suçlu buldu. Ve davayı açan Malinowski’nin 80 yaşındaki yeğeninden özür dilemeleri yönünde karar verdi. Davayı finanse eden ise milliyetçi kimliğiyle bilinen Polonya Hakaretle Mücadele Birliği’ydi.
Oysa davaya konu olan “Sonu Olmayan Gece” adlı bin 700 sayfa tutan iki ciltlik araştırma
Medya dünyanın geleceğini tehlikeye sokan virüsler ya da salgınları önleyecek aşılarla ilgili komplo teorilerine itibar etmeden “dünyayı kurtarma projeleri”nin peşine düşmeli. Bu projelerin önemini tekrar tekrar hatırlatmalıAltı yıl önce, 2015 Nisan’ında dünyayı umursayan bir adam; elinde haritalar, istatistikler ve onlarca örnekle küresel felaketlere dikkati çekti. Ve dedi ki; “Önümüzdeki 10 yıllık zaman dilimlerinde eğer 10 milyondan fazla insan ölürse bu savaştan değil, hızla yayılabilen bir virüs yüzünden olur.”
Bu tespiti yapan bir doktor değildi. İnanılmaz toplumsal projelerin altına imza atan Microsoft’un kurucusu iş insanı Bill Gates’ti.
Ve o gün; salgın hastalıklara dair çok önemli şeyler söyledi. Mesela dedi ki; “Dünyanın salgın hastalıklara karşı küresel başarısızlığı daha güçlü, daha tahrip edici başka salgınların kapısını aralıyor. Zaman aleyhimize işliyor. Ebola virüsü bir uyarıdır. Bir sonraki salgında bu kadar şanslı olamayabiliriz. Bulaşıcı hastalığa kapıldığı halde
Dünya medyası yoksul ülkelerin aşıyı tedarik edememesini sadece satır aralarına sıkıştırdı, aşı alamayan yoksul ülkelere sessiz kaldı; çözüm önermedi, devletleri uyarmadı
Yoksul ülkeler, müthiş bir şaşkınlıkla dünyanın en zengin ülkelerinin aşıdan pay kapma savaşını izliyor. Koronavirüs aşısını kendi aralarında pay eden, ihtiyacından fazlasını alan, aşı tedarik sırasını bozan, hangi aşıyı alacağına bir türlü karar veremeyen, daha elindeki aşı bitmeden siparişlerdeki gecikmeleri kendisine problem eden ülkeler, acaba yoksul ülkelerin bu süreçte nasıl “unutulmuş” ve “yok” sayılmış olduklarının da bilincindeler mi?
Küresel dünyanın lider ülkeleri; eşitlik ilkesine uymayarak, üstelik ayrımcı politikalarla aşı üzerindeki tasarruflarını sürdürürken, en yoksul ülkelerde hastalık riski altındaki insanlar, doktorlarının dahi ulaşamadığı aşılara umutsuzca erişmeyi bekliyor. Oysa Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), aşının tüm ülkelere adil şekilde dağıtılması amacıyla küresel erişim programı oluşturdu.
Abdi İpekçi cinayetinde adı geçenlerin hemen hepsi, bütün hayatlarını işledikleri bu cinayetten nemalanarak geçirdi
11 Ekim 1979: Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi cinayeti davasının ilk duruşması. İstanbul 1 No.lu Sıkıyönetim Mahkemesi’nin duruşma salonunda, sanık sandalyesine oturan tetikçi; bir iki isim mırıldandı ve “sonraki duruşmada her şeyi açıklayacağım” dedi. İkinci duruşma gerçekleşmeden tetikçi cezaevinden kaçırıldı.
Sonraki günlerde cinayeti planlayanlar, aracı kullananlar, tetikçiyi kaçıranlar, saklayanlar, yurt dışına çıkaranlar üzerinden dava şekillense de sanık sandalyesinde oturan pek olmadı, kaçırılan tetikçiye gıyabında ölüm cezası verildi ve dosya kapandı.
Böylece cinayette adı geçenlerin hemen hepsi bütün hayatlarını işledikleri bu cinayetten nemalanarak geçirdi. Öyle ki; aralarında pay ettikleri gerçekte açığa çıkmış “cinayet sırrı” hemen hepsinin tek geçim kaynağı oldu. Ailelerinin bile… Ve hiçbiri bö
Uğur Mumcu öldürüldüğünde ceketinin cebindeki kalem ortadan ikiye bölünmüş, kırılmıştı. Ama Mumcu davası sonuçlanıncaya kadarki süreçte, siyasi irade gerçek faillerin kalemini kıramadı
Bugün 28 yıl önce bombalı suikast sonucu öldürülen Uğur Mumcu’yu anıyoruz. Geçtiğimiz hafta 14 yıl önce işyerinin önünde sırtından vurularak öldürülen Hrant Dink’i andık. Bir hafta sonra da 42 yıl önce yine bir suikast sonucu hayatını kaybeden Abdi İpekçi’yi anacağız…
Araştırmacı, tarafsız, sorgulayıcı üç gazeteci de toplumun düşünmesine, öğrenmesine bilgiye ulaşmasına tahammül edemeyen bir zihniyetin tetikçileri tarafından öldürüldü. Yani aslında gerçek faili belli! Hepsi “farklı” gibi görünen “aynı” şahıslar tarafından öldürüldüler!
Peki, bu cinayetlerin dava dosyalarında ne var derseniz; Uğur Mumcu’nun dediği gibi “Büyüklere Masallar!” var. Çünkü artık biliyoruz ki; bu
Başkanlığı süresince ABD medyasıyla sürekli restleşen Trump, Amerikan demokrasisine verdiği zarar nedeniyle bugün sadece medyanın değil, sosyal medyanın da ağır yaptırımlarıyla karşı karşıyaEn son söylenecek sözü başa yazalım: Eğer bir sorunu görmezlikten gelir, o sorunu yok sayarsanız, süreç içerisinde o sorunun bir parçası, en önemli mağduru haline gelirsiniz. Demokrasinin beşiği sayılan Amerika’nın 45. Başkanı Donald Trump, bu anlamda sadece siyasetin ve diplomasinin dilini değiştirmedi, siyaset yapma biçimiyle ülkenin demokrasi kültürünü de “yok” etti.
Oysa Trump göreve başladığı 2016’dan bu yana şiddete eğilimli siyasetin bütün işaretlerini vermişti. Her fırsatta yabancı düşmanlığını körükledi; Hitler’i referans aldı, Müslümanları, Yahudileri, siyahileri, Meksikalıları hedef gösterdi. Sınıf düşmanlığını yaydı. Taraftarlarını ırkçı ve milliyetçi söylemlerle defalarca sokağa döktü.
Seçim yenilgisini kabullenmeyince de ülkede çatışma, ayrışma ve kamplaşmaları