21. yüzyılda elimizi insana dair neye atsak hem ahlaken hem de vicdanen dökülüyoruz. Bazı organize suç örgütlerinin yeni para kaynağı göçmen çocuklar… Ve bu suç göçmen kaçakçılığında “sınır” tanımıyor
Türkiye medyasında bir süredir; şiddet haberleri genellikle “bireysel” suçlar olarak karşımıza çıkıyor. Oysa organize suç örgütlerinin sayısı ve işledikleri suçlar dehşet verici. Üstelik bu organize işler, bildiğimiz geleneksel mafyanın, mahalle ve şehir eşkıyalığının da çok ötesinde. Organize suçlar artık hem uluslararası hem de kıtalar arası… Organize suçların mahiyeti de uyuşturucu ve insan kaçakçılığından kara para aklama ve siber dolandırıcılığa, organ kaçakçılığından nesli tükenmekte olan türlerin ticaretine kadar uzanıyor. Bu küresel boyuttaki tehditler Amerika’da bir müzenin de konusu. Müzenin adı: The Mob Museum.Las Vegas’ta 1930’larda inşa edilmiş eski bir postane, daha sonra Amerikan mafyasının
Medya şiddet haberlerini veriyor ama şiddeti yaratan bireysel silahlanmayı görünür hale getiremiyor. Oysa Prof. Dr. İnceoğlu’na göre; medyanın bireysel silahlanmayla ilgili risk ve tehlikeleri algılaması, tedbir alma sürecine katkı sağlaması gibi bir sorumluluğu var.Adam işsiz güçsüz. Kirasını ödeyemiyor, ekmek alacak parası yok, ama cebinde silahla geziyor. Hayatı boyunca iktidarını, gücünü, erkekliğini ya da varoluşunu tescillediği tek olay da bu. Tetiği her an çekilmeye hazır bir silahla dolaşmak!
Kamunun dışında, silahla hiç işi olmayan sivil bir halk silaha neden ihtiyaç duyar? Son beş yılda sivillerin aşırı silahlanması “terör” ve “darbe girişimine” karşı yapılıyormuş gibi bir algı yaratsa da toplumsal şiddetin boyutu başka soruları da gerekli kılıyor. Mesela sivil halkın silahlanması, yargıya, adalete ve de devletin can güvenliğini sağlamasına olan güvensizlikten kaynaklanıyor olabilir mi? Yoksa gücü, itibarı, saygıyı zorbalıkla sağlayan, hukuksuzluğu meşrulaştıranlar, silahı kendi yaşam haklarının bir gereği mi sayıyor?
Son birkaç
Tartışmak yerine şiddete yönelen bir toplum, çatışmalardan nasıl etkilendiğini sorgulamayan ve giderek çatışmanın yeniden üretilmesine hizmet eden bir güce mi dönüştürülüyor acaba?Meslek hayatım boyunca tehdit edilen, hedef gösterilen, saldırıya uğrayan, şiddete maruz kalan, öldürülen çok sayıda gazeteci tanıdım. Çoğu birbirinden farklı düşünce ve inanca sahip olsa da meselelerin tarafı olmamaya özen gösterdiler. Daima adaletten, hukuktan, hak arayışından yana oldular. Toplumsal sorunları gerek siyasi erk gerekse muhalefet üzerinden yorumlarken bile tek dertleri toplumsal sorunları görünür kılmaktı. Zaten bir gazetecinin görevi de bu değil midir?
Evet, bazı gazetecilerin üslubunu sert bulabilirsiniz, düşüncelerini beğenmeyebilirsiniz. Belgeleriyle ortaya koydukları gerçekleri dahi yok sayabilirsiniz. Ama sırf bu nedenle gazetecilere saldırmak, pusu kurmak, yok etmeye yönelik eylemde bulunmak, kalemini kırmak, linç etmek gerçekte korkaklığın bir tezahürüdür.
Şiddeti kendisine referans alan bu
Başka ülkelerin yönetimlerine müdahale etmeyi neredeyse kendi varlık sebebi haline getiren ABD, “karanlık ittifak”larını sürdürmekten vazgeçmediAmerikalı Gary Stephen Webb’in trajik hikâyesini bilir misiniz? Kendi kuşağının en cesur araştırmacı gazetecilerindendi. Üstelik 1996 yılında CIA ile büyük uyuşturucu satıcıları arasında bağlantıyı ortaya çıkartan bir gazeteci. Bunu da Nikaragua’da sosyalist Sandinista yönetimini devirmek için isyancıları finanse eden Amerika’nın, uyuşturucu kaçakçılığı ile Reagan rejiminin sağcı terörist gruba verdiği desteği belgeleyerek yaptı. Bu bağlantıları anlatan makaleleri ve “Karanlık İttifak” adlı kitabı, üç resmî soruşturmanın önünü açınca birileri düğmeye bastı. Webb’in 30 yıllık mesleki başarısı, aldığı ödüller bir anda yok sayıldı. Hükümete yakın Amerikan medyasının saldırısına uğradı. Beyaz Saray’ın gölgesinde kurumsal bir linçe maruz kaldı. Bütün mesleki itibarını elinden aldılar. Başlangıçta ondan
Medya; her türlü ahlaksızlığı meşrulaştıran, televizyon programlarına konu olan devasa boyuttaki toplumsal çürümeyi görmeyerek nasıl bir gelecek inşa edildiğinin bilincinde mi?
Eskiden hırsızlık, cinayet, fuhuş, ensest, şiddet gibi haberler toplumun geneline sirayet etmeyen hastalıklı, alt sınıftan küçük bir kesimin olağan ‘işleri’ gibi algılanırdı. Oysa bu tür toplumsal sorunlar patolojik kimliklerin yansımaları olduğu kadar, ekonomik, siyasi, kültürel değerlerle beslenen bir toplumun nasıl şekillendiğinin de ciddi bir göstergesi.
Bir süredir toplum olarak nereye doğru yol aldığımızı mesleğinde başarılı dört kadın meslektaşımı; Müge Anlı, Esra Erol, Didem Arslan Yılmaz ve Serap Paköz’ü izleyerek anlamaya çalışıyorum. Onlar sadece birer sunucu değil. Televizyon ekranlarında her birinin programı; Türkiye’nin toplumsal kimliğini gözler önüne seriyor. Ve her biri, toplumun nereye doğru yol aldığının dehşet verici örnekleriyle dolu. Öyle ki; bütün ahlaki değerlerini yitirmiş, birbirleriyle yüz göz olmuş, terbiye
Nazi zulmünden kurtulan bir Yahudi’nin ifadelerine, yazdıkları bir kitapta yer veren iki holokost uzmanına iftira davası açıldı. Mahkemeden kitabın yazarlarına “özür dileyin” kararı çıktı. Medyada karar “Holokost inkârcılarına bir hediye” olarak yorumlandıVarşova Mahkemesi, iki profesörü sanık sandalyesine oturttu. Polonya Holokost Araştırmaları Merkezi’nin kurucusu Barbara Engelking ile Polonya’daki holokost konusunda uzmanlaşmış tarih profesörü Jan Grabowski’yi. Suçları; Nazi zulmünden kurtulan, hayatta kalan bir Yahudi’nin ifadelerine kitapta yer vermek. Mahkeme, iki holokost uzmanını, Polonya’da, bir köyün önde gelenlerinden Edward Malinowski’nin hatırasını zedeledikleri için suçlu buldu. Ve davayı açan Malinowski’nin 80 yaşındaki yeğeninden özür dilemeleri yönünde karar verdi. Davayı finanse eden ise milliyetçi kimliğiyle bilinen Polonya Hakaretle Mücadele Birliği’ydi.
Oysa davaya konu olan “Sonu Olmayan Gece” adlı bin 700 sayfa tutan iki ciltlik araştırma
Medya dünyanın geleceğini tehlikeye sokan virüsler ya da salgınları önleyecek aşılarla ilgili komplo teorilerine itibar etmeden “dünyayı kurtarma projeleri”nin peşine düşmeli. Bu projelerin önemini tekrar tekrar hatırlatmalıAltı yıl önce, 2015 Nisan’ında dünyayı umursayan bir adam; elinde haritalar, istatistikler ve onlarca örnekle küresel felaketlere dikkati çekti. Ve dedi ki; “Önümüzdeki 10 yıllık zaman dilimlerinde eğer 10 milyondan fazla insan ölürse bu savaştan değil, hızla yayılabilen bir virüs yüzünden olur.”
Bu tespiti yapan bir doktor değildi. İnanılmaz toplumsal projelerin altına imza atan Microsoft’un kurucusu iş insanı Bill Gates’ti.
Ve o gün; salgın hastalıklara dair çok önemli şeyler söyledi. Mesela dedi ki; “Dünyanın salgın hastalıklara karşı küresel başarısızlığı daha güçlü, daha tahrip edici başka salgınların kapısını aralıyor. Zaman aleyhimize işliyor. Ebola virüsü bir uyarıdır. Bir sonraki salgında bu kadar şanslı olamayabiliriz. Bulaşıcı hastalığa kapıldığı halde
Dünya medyası yoksul ülkelerin aşıyı tedarik edememesini sadece satır aralarına sıkıştırdı, aşı alamayan yoksul ülkelere sessiz kaldı; çözüm önermedi, devletleri uyarmadı
Yoksul ülkeler, müthiş bir şaşkınlıkla dünyanın en zengin ülkelerinin aşıdan pay kapma savaşını izliyor. Koronavirüs aşısını kendi aralarında pay eden, ihtiyacından fazlasını alan, aşı tedarik sırasını bozan, hangi aşıyı alacağına bir türlü karar veremeyen, daha elindeki aşı bitmeden siparişlerdeki gecikmeleri kendisine problem eden ülkeler, acaba yoksul ülkelerin bu süreçte nasıl “unutulmuş” ve “yok” sayılmış olduklarının da bilincindeler mi?
Küresel dünyanın lider ülkeleri; eşitlik ilkesine uymayarak, üstelik ayrımcı politikalarla aşı üzerindeki tasarruflarını sürdürürken, en yoksul ülkelerde hastalık riski altındaki insanlar, doktorlarının dahi ulaşamadığı aşılara umutsuzca erişmeyi bekliyor. Oysa Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), aşının tüm ülkelere adil şekilde dağıtılması amacıyla küresel erişim programı oluşturdu.