Tartışmak yerine şiddete yönelen bir toplum, çatışmalardan nasıl etkilendiğini sorgulamayan ve giderek çatışmanın yeniden üretilmesine hizmet eden bir güce mi dönüştürülüyor acaba?
Meslek hayatım boyunca tehdit edilen, hedef gösterilen, saldırıya uğrayan, şiddete maruz kalan, öldürülen çok sayıda gazeteci tanıdım. Çoğu birbirinden farklı düşünce ve inanca sahip olsa da meselelerin tarafı olmamaya özen gösterdiler. Daima adaletten, hukuktan, hak arayışından yana oldular. Toplumsal sorunları gerek siyasi erk gerekse muhalefet üzerinden yorumlarken bile tek dertleri toplumsal sorunları görünür kılmaktı. Zaten bir gazetecinin görevi de bu değil midir?
Evet, bazı gazetecilerin üslubunu sert bulabilirsiniz, düşüncelerini beğenmeyebilirsiniz. Belgeleriyle ortaya koydukları gerçekleri dahi yok sayabilirsiniz. Ama sırf bu nedenle gazetecilere saldırmak, pusu kurmak, yok etmeye yönelik eylemde bulunmak, kalemini kırmak, linç etmek gerçekte korkaklığın bir tezahürüdür.
Şiddeti kendisine referans alan bu korkak zihniyet, geçtiğimiz günlerde gazeteci Levent Gültekin’i hedef aldı: 20 kişinin saldırısına uğradı, parmakları kırıldı. Bu linç girişiminin çok daha ağır, toplumu infiale sürükleyen sonuçları da olabilirdi. Yazılarında ve söyleşilerinde sürekli olarak toplumsal bilincin ve bütünleşmenin önemine değinen, siyasetin sonuçlarını kimseye hakaret etmeden, taraf olmadan yorumlayan gazeteci Gültekin’e yapılan saldırıyı kınayanların çokluğu elbette umut verici. Ama görüyoruz ki; cehaleti örgütleyen bazı kesimler, sosyal medya üzerinden bu tür saldırıları hâlâ meşrulaştırıyor, hâlâ toplumsal kamplaşmaları derinleştiren çatışmacı bir dil kullanıyor.
Hukuksuzluk meşruluk kazanır
Şiddete sessiz kalmanın ağır sonuçlarını anlatabilmek için yüzlerce örnek verebilirim. Üstelik dünyada da bunun sayısız örneği var. Mesela gazeteci Rasim Aliyev’in bundan beş yıl önce başına gelen tam da budur. Rasim, Azerbaycan takımının, Güney Kıbrıs ekibini yendiği futbol maçının ardından Türk bayrağı açan ve basın mensuplarına uygunsuz bir el hareketi yapan futbolcuyu eleştirdiği için öldürüldü. Bu yüzden ona pusu kurdular; konuşmak için çağırdılar. O, konuşarak anlaşacaklarını düşünürken, beş altı kişi birden üzerine atladı, bütün kemiklerini kırdılar, döverek öldürdüler.
Her saldırı kendi içinde büyük bir kötülük ve cehalet barındırır. Bir toplumda tartışma kültürünü yok ettiğinizde; şiddet ortaya çıkar. Çatışmacı ve ayrımcı fikirlerle beslenen öfkeli toplumlarda saldırganlık ve şiddet aynı oranda artar.
Hukuksuzluk meşruluk kazanır. En önemlisi de siyasetin ürettiği dil neyse sokağın dili de o olur. Belki o zaman şu soruyu sormalıyız: Tartışmak yerine şiddete yönelen bir toplum, çatışmalardan nasıl etkilendiğini sorgulamayan ve giderek çatışmanın yeniden üretilmesine hizmet eden bir güce mi dönüştürülüyor acaba?
Hrant Dink öldürülmeden önce mahkemenin önünde toplanarak onun suratına tüküren, tekme savuran, tehdit eden grubu hatırlıyor musunuz? O gün medya, bu olayı yeterince kınasaydı; sonrasında ve belki de fütursuzca “geliyorum” diyen cinayetin de önüne geçilmiş olabilirdi.
Siyaset toplumun bütününü kavrayan politikalar üretemeyebilir. Ama medya, tam da bu nedenle ayrışan toplumun, toplumsal şiddetinin fotoğrafını da önümüze koymak, bütünleştirici birleştirici profilin oluşmasına rehberlik etmek zorunda. Şiddete sessiz kalındığında, suçu meşrulaştırmışsınız demektir. Kutuplaşmalar da böyle başlar. Oysa gazeteciliğin ve biz gazetecilerin bütün meselesi John Berger’in deyişiyle; “Kendimize özsaygımızı, haysiyetimizi yitirmeden yaşamak”tır.