Belma Akçura

Belma Akçura

bakcura@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları

Alman Der Spiegel’in 100 yılın en iyi roman seçkisi içerisinde dikkatimi çeken iki kitap oldu; Birincisi Patricia Highsmith’in “Yetenekli Bay Ribley”. İkincisi Zülfü Livaneli’nin “Engereğin Gözü” adlı kitabı.

Biri Batı’nın burjuva dünyasına imrenen bir Amerikalı, diğeri Osmanlı Sarayı’na kapatılmış bir Habeş kölesi.

Herkesin içinde Bay Ripley gölgesinde Habeş Süleyman var…

Her iki kitap da birbirinden farklı dönem ve coğrafyalarda geçse de bambaşka kimlikleri konu alsa da aklınıza takılan soru aynı:

İnsan kendisi olmadan, bir başkasına dönüşerek ya da gücün gölgesinde yaşayarak var olabilir mi?

Haberin Devamı

Tom Ripley, başkasına ait bir hayata imrenir, bunu planlar, sahtekârlığa, yalana, hatta cinayete başvurarak bu hayalini gerçeğe dönüştürür. O, kim olmak istediğini seçer.

Habeş Süleyman ise seçme şansı olmayan, kimliğine daha doğarken el konulmuş, iktidarın merkezine hapsedilmiş biridir.

İlki ‘görünür’ sahte özgürlüğün, ikincisi ‘görünmez’ bir teslimiyetin portresidir.

Herkesin içinde Bay Ripley gölgesinde Habeş Süleyman var…

***

Bugün dünya, bu iki karakterin metaforik gölgesinde şekilleniyor.

Burjuva bir yaşama imrenen Ripley’in sınıfsal kökeni tüm yaşamını bir “kabul ettirme mücadelesine” çeviriyor.

Ripley’in şiddeti, tam da bu “reddedilmiş geçmiş”ten kaynaklanıyor. Ve bu onu hem tehlikeli hem de trajik bir karakter yapıyor.

O yüzden de sıradan bir katil, bir sosyopat değil sadece bir sınıf trajedisidir. Tüm çabası, ait olamadığı bir sınıfa tutunmak içindir.

Ama ne yaparsa yapsın, sınıfsal kimliği, geçmişin sesi, yetersizlik hissi peşini bırakmaz.

Alt sınıftan gelen biri olarak, dünyanın en zengini de olsa, içindeki dışlanmışlık hissini o alt kimliği yok edemez.

Onun bütün kötülükleri, tatminsizlikleri de bu başka bir kimlikle bile kendini kabul ettirememe hali yüzünden

Bugün sosyal medyada gördüğümüz “parlatılmış hayatlar” da aslında küçük Ripley’lerin dijital sahnesidir.

Bugün hepimiz biraz Ripley’iz çünkü bu çağ, daha güzel, daha zengin, daha seçkin başkası gibi görünmeyi, sahte kimliklerle kendimizi var etmeyi yüceltiyor.

***

Bu noktada Livaneli’nin “Engereğin Gözü” adlı romanındaki Habeş Süleyman da bir başka sınıfsal sıkışmanın temsilidir.

Haberin Devamı

Osmanlı sarayında zenci bir köle. Ne erkek olmasına izin verilmiş ne birey olmasına.

Onun kimliği, bir efendinin merhametine sıkışmış. Süleyman, iktidarın merkezindedir ama hiçbir zaman öznesi olamaz. Tıpkı Ripley gibi, o da yukarı tırmanır.

Saray entrikaları arasında büyüyen Süleyman’ın trajedisi, kendi hikâyesini anlatacak bir dilinin olmamasında.

Küçük yaşta hadım edilip haremağası yapılır, sınıf atlar, sarayın derinliklerine kadar yükselir ama oraya ait değildir. Kimlik bunalımı derinleştikçe sessizleşir.

Dolayısıyla aynı zamanda Süleyman’ız da. Doğduğumuz coğrafya, cinsiyetimiz, ırkımız ya da sınıfsal geçmişimiz bize bir ‘kader’ sunuyor.

Her iki karakterin ortak noktası, insanın güç ve iktidarla kurduğu ilişkide yatıyor.

Modern insan da bu iki uç arasında salınıyor:

Kendini konumlandırdığı yerde kimliğini, özünü yitiren Ripley’ler ve kaderin sınırları içinde “muktedirleri” gözlemleyerek hayatta kalmaya çalışan Süleyman’lar.

Felsefeci Simone Weil der ki, “Güç, düşünmeyi engeller.”

Haberin Devamı

Vicdanı olmayan bir zeka Ripley’i yaratır; iradesi olmayan Süleyman’ı...

Fakat karanlıkla aydınlık arasında sakatlanmış bu iki ruhun ortak paydası korku: Yakalanma korkusu, cezalandırılma korkusu, dışlanma korkusu... Bu yüzden Ripley cinayet işler. Süleyman ise sadece susar. Ama her ikisinin de içinde, kabul görme arzusu üzerinden büyüyen derin bir yalnızlık vardır. Çünkü kabul görmeyen insanın içinde önce karanlık birikir.