Görüntünün, içerikten hızlı olduğu, dijital narsisizmin kurumsallaştığı bir çağdayız.
İnsanın değerini belirleyen şey, artık sizin ne kadar görünür olup olmadığınızla ilgili.
Gündelik hayatın içinden çekilmiş sıradan bir video, kimi zaman ömür adanmış bir kitabın, kapsamlı bir araştırmanın ya da bir düşünce insanının yıllara yayılan emeğinin önüne geçebiliyor.
Görünür olmayan düşünce ise, yavaş yavaş yok hükmüne indirgeniyor.
***
Oprah & Arthur Brooks: Social Media is Sabotaging Your Happiness belgeseli, bu çürümeyi birey düzeyinde gözler önüne sermekte.
Harvard Üniversitesi profesörlerinden Arthur Brooks ve medya ikonu Oprah Winfrey, sosyal medyanın bizi nasıl yanıltıcı bir mutluluk illüzyonuna ittiğini anlatıyor.
Brooks’un “görünürlük bağımlılığı” olarak tanımladığı durum, mutluluğu bir iç deneyim olmaktan çıkartıyor.
Arthur Brooks’un deyimiyle sosyal medya bize ‘mutlu musun?’ diye sormuyor. Yeterince görünür müsün? diye soruyor.
Bu durum yalnızca bireyleri değil, düşünsel üretim yapan insanları da etkiliyor. Akademisyenler, yazarlar, sanatçılar, gazeteciler; yani düşünceyi sabırla inşa edenler artık dijital platformlarda sistematik olarak görünmez kılınıyor.
Elbette bu bir tesadüf değil; aksine algoritmalar düşünceye değil, tepkiye yatırım yapıyor.
***
Brooks görünür olanla gerçekliğinde giderek birbirine karıştığını hatırlatıyor:
Öyle ki; “Bu kişi görünüyorsa doğrudur. Bir fikir viral olduysa evrenseldir.”
Mesela Tik Tok’ta evinde kahve karıştıran bir kullanıcının videosu milyonlarca izlenme alırken, küresel adalet üzerine yapılmış bir konuşmanın birkaç yüz kişiye ulaşması, sadece popülerlik farkıyla açıklanabilir mi?
Ama maalesef artık hissetmek, düşünmekten daha değerli ya da tepki vermek, analiz etmekten daha kıymetli olduğu için evet popülerlik algısı da değişti.
***
Belgeselde açıkça vurgulanmasa da sosyolojik okumalar bunu ortaya koymakta.
Çünkü görünürlük de artık sınıfsal. Zira algoritmalar yalnızca parası, zamanı ve teknik donanımı olanları öne çıkarıyor.
Bu da dijital eşitsizlikleri artırıyor. Sosyal medyada “var olabilmek” için bir tür sermaye gerekir. Bu da görünürlüğün demokratik değil, elitist bir gösteriye dönüşmesine neden oluyor.
Arthur Brooks’un deyimiyle sosyal medya, sahici ilişkileri ve derin anlam arayışlarını sabote ediyor.
Çünkü entelektüel üretim, yavaşlık, içe dönüş ve yoğunlaşma ister.
Oysa dijital çağ, hız, dışa vurum ve bölünmüş dikkatle besleniyor.
İşte bu yüzden entelektüel artık sadece dijitalde yalnız değil; sistematik olarak dijitalin dışına itiliyor.
Çünkü dünya dans eden, ağlayan ya da çığlık atan algoritmalara teslim olmuş içeriklerle meşgul.
Bu durum, entelektüeli sadece yalnızlaştırmakla kalmıyor; aynı zamanda onu dijital dünyanın çöp veri yığını içinde boğuyor.
***
Dolayısıyla Brooks’un “sosyal medya, toplumsal hayatın çöpüdür” ifadesi sosyolojik açıdan da okunması gereken bir duruma işaret ediyor.
Sevgi, öfke, yardım, ilgi gibi kavramlar, içerik formatına dönüştüğü anda hem işlevini hem de özgünlüklerini yitirmiş oluyor.
Belki de bu yüzden, dijital çağda entelektüelin en büyük mücadelesi düşünmek değil, duyulmak haline geldi
Peki bu durum sadece entelektüelin sorunu mu?
Değil elbette. Asıl mesele toplumun bilgiyle kurduğu ilişkinin, yüzeysel hazlara dönüşmesinde.
Çünkü görünürlük artık içsel bir deneyim değil; dışsal onaylara bağlı hale geldi.
Birey ise, ürettiği imaja değil, gerçeğe ve kendine giderek daha fazla yabancılaşıyor.
Peki, düşünceyi değil tepkiyi ödüllendiren bir dünyada gerçekten mutlu olabilir miyiz?