Bazı oyunlar oluyor, sizde müthiş bir iz bırakmış, aradan yıllar geçtiğinde bir daha izleyip “Bu muydu gerçekten?” diyorsunuz. Siz değişmişsiniz, zaman değişmiş, koşullar değişmiş, ne olmuşsa olmuş işte. Bir klasik değilse eskimiş belki. Genel olarak kaçındığım bir şeydir bu yeniden karşılaşma.
Tam da böyle bir oyun izlemeye gittim geçen hafta, Sabancı Müzede Sahne kapsamında. Her yıl bu zamanlar Sabancı Vakfı’nın katkılarıyla, Fıstıklı Teras’ta gerçekleşen dört günlük bir etkinlik bu, açılış oyunu da sözünü ettiğim oyundu işte; “Bana Kimse Ne Olduğunu Anlatmadı”.
Önce oyunla tanışmamı anlatmam lazım; yıl 2016, her oyunuyla konuşulan Dot’ta tek kişilik bir oyun izledik, Nick Hornby’nin yazdığı, İbrahim Selim’in oynadığı: “Bunu Ben de Yaparım”. Çok güldüğüm, çok duygulandığım, adeta bizim toplumu, bizim sanat ortamını anlattığını düşündüğüm, o gün bugündür de devam etmediğine hayıflandığım bir oyundu. Ara sıra görenlerle kulaklarını çınlatırız.
Adı biraz
Bazen öyle konular büyüyüp (büyüyüp demek bile tuhaf çünkü aslında hiç konu olmamalıydı) ‘mesele’ haline geliyor ki insan hangi çağda, hangi düşünce yapısıyla karşı karşıya olduğunu şaşırıyor. Bir oyuncunun oynadığı karakter ile kendisinin karıştırılması, ona bunun için hesap sorulması tam olarak böyle bir şey.
Bizim için alışılmadık bir şey değil, Yeşilçam’ın kötü adamlarının sokakta saldırıya uğradığı, her erkek oyuncuya ‘gey oynar mısın?’ diye sorulup cevabından manşet devşirilen bir kültürden geliyoruz. Oktay Kaynarca’nın Çakır’ının ruhuna 20 senedir lokma döktürülmeye devam ediliyor.
Ama sosyal medya güç kazandıkça, klavye başına geçen her anonim kişi aslan kesildikçe iş ‘bir magazin hadisesi’ olmaktan çıktı, bir ‘linçe’ dönmeye başladı. Yaklaşık bir haftadır bunun son derece tatsız bir örneğiyle uğraşıyor ve oyunculuk nedir, oyuncu ne iş yapar gibi mesleğin ABC’sini sıralamak durumunda kalıyoruz: Melisa
Son derece romantik bir ‘ilk karşılaşma’ sahnesi. Bir apartmanın çatısı, şehrin ışıkları, nefes kesen bir atmosfer… Çok güzel bir kadın; bir çiçek büyücüsü… Sonradan kayınvalidesi tarafından ‘yaşayan en güzel erkek’ diye tanımlanacak ilah gibi bir adam, bir de üstelik beyin cerrahı… Hani yıldızlar doğru açıda mı dizilmiş, ne olmuşsa olmuş, bunlar o çatıda karşılaşmışlar. Adamın çağın hastalığı sayılacak bağlanma fobisi dışında her şey ‘ideal’ bir ilişki için olması gerektiği şekilde. Kadın da “Ben bunu düzeltir kendime bağlarım” diye dört elle sarılmak yerine “Bana bulaşma, arkadaş olalım daha iyi” dediği için ideal ilişkinin önünde hiçbir engel kalmıyor. Bu iki insanın geçmişten yüklenip taşıdıkları travmaları dışında.
Çok satan romanların yazarı Colleen Hoover’ın en çok satan romanı “It Ends With Us”tan uyarlanan film, ağustos ayı itibariyle sinemalarda izleyiciyle buluştu ve beklenmedik (ya da beklendik) bir gişe başarısı yakalayarak
Geçen hafta Ünye’de geçirdiğim birkaç gün boyunca sayısız kez “Ünye’mizi sevdiniz mi?” sorusuyla karşılaştım. Otomatik olarak “çok” deseniz bile o konuşma orada bitmiyor genelde, bir sınav geliyor ardından. Ünye’nin yerlilerinden biri, hemen ardından “Dünyada birinci seçildiğinden haberiniz var mı peki?” diye sordu. “Hangi bakımdan? “ diye bir karşı soruyla atağı karşılamaya çalıştım. Bir an bile nefes almadan yanıtladı: “Sahili, kumu, kişi başına düşen yeşil alanı ve yerli halkının misafirperverliği”. Sonra ama gerçek Ünyelilerden çok az kaldığını ekledi hüzünle. “Sokakta Ünyeliyim diye gezenler Ünyeli değil”.
Saydığı dört maddenin doğruluğunu kanıtlamak zor. Evet, yeşil alanı bol, 27 kilometrelik uzun bir sahil şeridi var; sigara izmaritleriyle dolmasa iyi, bizde nedense bir yeri sevmekle onu korumak aynı anlama gelmiyor, misafirperverlik kavramı da kişiye göre değişir. Ama kum meselesi gerçekten ilginç, buraya gelene kadar hiç duymamıştım, meğer
Hemen herkesin doğup büyüdüğü yerle özel bir bağı vardır fakat bazı yerlerde bu dikkat çekici boyuta ulaşıyor. Adım atığım anda anladım ki Ünye böyle bir yer. Pek bir fikrim yoktu açıkçası hakkında, “Hekimoğlu” türküsünü biliyordum elbette, “Ünye – Fatsa bir oldu, baş edemedim” diyordu, Karadeniz’in en güzel sahil şeridine sahip olduğu söyleniyordu ve şu anda “Aşkın Dünkü Çocukları” adlı bir sinema filmine ev sahipliği yapmaktaydı. Bu ismin ne anlama geldiğini bile öğrenmek için Ünye’ye gitmem gerekiyormuş.
Yönetmenliğini Levent Onan’ın üstlendiği filmin yapımcısı A. Selim Tuncer, Ünyeli. Ve yine hızla öğreniyorum ki Ünyelilerin başka bir şehirde yaşasalar bile dönüp dönüp gelmek ve yaptıkları işlerle Ünye arasında bağ kurmak gibi bir ortak özellikleri var. Selim Tuncer daha önce yönetmenliğini Burak Yıldırım’ın üstlendiği bir Ünye tanıtım filmine imza atmış, şimdi de Ünye’nin pek çok kültürel
Takvimlere göre yaşı 86 olan bir insanın hayattan ayrılışı bu kadar sarsıcı bir şaşkınlık yaratabiliyor, onu düşünüyorum bir haftadır. Sabah gözümü açıp “Hoşça kalın dostlarım benim” diyen Genco Erkal’ın satırlarını gördüğümden, o dizelerin her birini kim bilir kaçıncı kez onun sesinden kulağımda duyduğumdan beri. Hiç beklemiyormuşum. Kimse beklemiyormuş, rahatsızlığını bilsek bile.
Enerjisinin, coşkusunun, merakının bir an bile takvime yaklaşmamış olması sebeplerden biri elbette. Dans eder gibi yürür, çocuk gibi gülerdi Genco Erkal, hiç aklınıza gelmezdi ki kaç yaşında olduğu. İkinci ve en önemli sebep de kendi adıma, galiba onun bütün yitirilmiş değerleri temsil eden bir masal kahramanı olduğuna, dolayısıyla ölmeyeceğine inanmam. Kaldı mı, söylediği sözle yaşadığı hayat her alanda birbirini tutan insan? O sözü çekinmeden söyleyebilen, sonra da arkasında durabilen? Gittiğinden beri en çok sahip olduğu ‘duruş’tan söz edildi, 86 yıl korunan bir duruş, nasıl sağlam bir
Hayatımın hiçbir döneminde boksla ilgilenmemiştim. Hatta her şey “Şampiyon” ile başlayıp “Rocky”lerle bitti diyebilirim. Araya da Hilary Swank’in bütün karizmasıyla canavar gibi bir kadın dövüşçüyü canlandırdığı “Million Dollar Baby” girmiştir.
Şimdiyse benim de gözüm bütün dünya gibi Cezayirli boksör Imane Khelif’te. Bir sporcu, bir kadın, bir insan ancak bu kadar hırpalanabilir. Bilmeyenler için, Paris 2024 Olimpiyat Oyunları’nda Cezayir’i temsil eden boksör, açılış maçında İtalyan rakibi Angela Carini’yi yenince (Carini 46. saniyede burnuna aldığı yumruğun ardından göz yaşları içinde maçtan çekilince) erkek olmakla suçlandı. Cümle tuhaf ama zaten durum da tuhaf, yani herkes Imane Khelif’e bakıp “Görmüyor musunuz, bu erkek, ne işi var kadınlar müsabakasında” demeye başladı. Çok erkeksiymiş çünkü, baksanıza yüzüne, kaslarına, hatta şortundan ‘görünenlere’, kesin transmış.
Imane’nin
Ekranlardan gelip geçmiş en karizmatik, en nazik sunucuydu, seyirciyle kurduğu sıcak ama mesafeli ilişki çok özeldi. Ama Kenan Işık her şeyden önce “Bildiğim tek iş piyes yazmak ve sahnelemek” diyen bir tiyatro insanıydı. Daha yazacağı ve yöneteceği çok oyun vardı
"Ben çok fazla mutlu olan, gülmeye çok hazır biri değilim. Gülerim ama galiba çok nadir. Fala inanmam ama vakti zamanında bir falcı öngörülerde bulundu. ‘Sen hayatın boyunca mutlu biri olmayacaksın’ demişti. Hep bu geliyor aklıma. Ben mutlu ve keyifli biri değilim.”
Kenan Işık, 10 yıl süren uzun bir uykudan sonra önceki gün aramızdan ayrıldı. Dünden beri en çok mutlu biri olmadığına, anı yaşayamadığına dair açıklamalarıyla anılıyor. Bu cümleler de yıllar önce Milliyet Pazar’da yayınlanan röportajından. Aslında şaşıracak bir şey yok, çoğunluk onu ekranda 500 milyar için yarışanlara “Son kararınız mı?” diye sorarken tanıdı ama Kenan Işık her şeyden önce yaşadığı toplumla ilgili dertleri olan, ülkesinin insanına karşı kendini