Haberi daha ben Adana’ya varmadan gelmişti, Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda gösterilen filmlerden biri, dakikalarca ayakta alkışlanmıştı. Filmi görene kadar karşılaştığım neredeyse herkesten onu dinledim: “Hemme’yi gördün mü?” Ve sonunda Murat Fıratoğlu’nun ilk uzun metrajı “Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri”, 31. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali’nde büyük ödülün; en iyi film ödülünün sahibi oldu. Nadir rastlanır şekilde, seyirci – pek çok eleştirmen (Siyad Ödülü de ona gitti) ve jürinin üzerinde duygu birliğine vardığı bir film olarak. Bu halayla başlayıp halayla biten, ödülü verirken jüri başkanı Nuri Bilge Ceylan’a coşku dolu bir konuşma yaptıran filmin yönetmeni Murat Fıratoğlu, 1983 Siverek doğumlu bir avukat. Filminin hem senaristi hem yönetmeni hem yapımcısı hem de başrol oyuncusu. Çok küçük bütçeyle çekmiş filmi ve başka oyuncu bulamayacağını düşünmüş. Nuri Bilge Ceylan’ın
Bir süredir dillere pelesenk olan ‘kadın filmi’, ‘kadın hikâyesi’ gibi tanımlamalar fazla bir şey vadetmez oldu. İçinde daha fazla kadın dolaşıyor var diye o film kadın filmi olmuyor. O kadınlar gerçekten boyutlu karakterlere dönüşebiliyorsa hayatta gerçek bir dertleri, amaçları, istekleri, bunlar adına aldıkları kararlar, attıkları adımlar, verdikleri bir mücadele varsa anlamlı oluyor anlatılan hikâye. Ve seyirciye de gerçekten ulaşıyor, dokunuyor o zaman.
Seyir Derneği tarafından düzenlenen Ayvalık Uluslararası Film Festivali, beş (açılış filmi “Megalopolis” ile birlikte altı) günlük yoğun programını bitirip veda ederken geride bıraktığımız haftaya dönüp bakınca en çok konuşulan filmlerin hep o hiç de ‘sıra dışı’ olmayan kadın hikâyelerini anlatanlar olduğunu görüyorum. Bu festivalin en hoş yanlarından biri bence gerçekten film konuşulan bir festival olması. Yarışma yok, stres yok, kimse kimsenin rakibi değil, neden konuşulmasın?
Festival ekibi bu yıl kadın hikâyelerinin ağırlıkta olduğu
Eylül ayı iflah olmaz yaz severler için (mesela benim gibi) gelecek kışın habercisi, hafif hüzünlü bir ay olabiliyor. Neyse ki farklı farklı bölgelerde film festivalleriyle sanat mevsimi açılıyor da teselli buluyoruz. Sırasıyla Ayvalık (17-23 Eylül), Adana Altın Koza (23-29 Eylül), ardından da İstanbul (4-13 Ekim), Diyarbakır (10-13 Ekim), Ankara (17-20 Ekim) ve İzmir (24-27 Ekim) gösterimleri ile Filmekimi şenlendirecek perdeyi. 5-12 Ekim arasında Antalya’da geçen yıl 60. yaşında iptal edilme talihsizliğine uğrayan Altın Portakal, kasım’da ise başkentin 35 yıllık festivali Ankara Film Festivali olacak.
Seyir Derneği tarafından Ayvalık Belediyesi iş birliğiyle üçüncü kez düzenlenen Ayvalık Uluslararası Film Festivali dün başladı. Ayvalık festival şehri olmak için her özelliğe sahip bir yer. Ilıman bir havası, akşamları tatlı bir serinliği var. Evet, bir de festival logosuna ilham olan meşhur poyrazı var ama onun da şu gitgide nefes almayı zorlaştıran küresel ısınma ‘yeni normal’lerinde ilaç gibi geldiği kesin. Seyir Derneği,
1920’lerin başı, İstanbul’da bir tiyatro kumpanyası. “Onikinci Gece”yi sahneliyorlar, başrolde Eliza Binemeciyan. Türk ve Müslüman kadınlara tiyatronun yasak olduğu yıllar. Ama Darülbedayi’nin tiyatro kurslarına da ilk defa Müslüman kız öğrenciler alınmış, bunlardan biri de Afife. Eliza Hanım’ın temsile çıkamadığı bir gün şans yüzüne gülüyor, bütün oyunu ezbere bilen Afife kendisini sahnede buluyor. “Hem Müslüman hem Türk hem kadın. Cürete bak!”
Ailesi sırt çeviriyor, evden kovuluyor, polis tarafından fark edildiği anda da tutuklama emri çıkıyor hakkında. Afife, alkışlarla indiği ışıklı sahneden karanlık köşelere gizlenerek kaçmak zorunda kalıyor her gece. Sahne ile karakol arasında gidip gelen sahne hayatı, kumpanyaya gelen emirle sona eriyor.
Bugün ‘Sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadın’ olarak hepimizin bildiği Afife Jale’nin baskılarla, yasaklarla, tacizlerle, yok sayılmalarla geçen ömrü 39 yaşında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları
Geçen hafta Etimesgut’ta ekim ayında gerçekleşecek uluslararası tiyatro festivalinden (KentFest) söz ederken “Bazı insanlar duramıyor” demiştim, Festivalin eş sanat yönetmenleri Övül Avkıran ve Mustafa Avkıran’dı kastettiklerim. Bu yazıda da bir başka ‘iyi ki’ duramayandandan söz etmek istiyorum; tanıdığım en heyecanlı hikâye anlatıcısı, inanma ve inandırma ustası Çağan Irmak’tan.
Ne kadar üretken bir senarist ve yönetmen olduğunu yıllardır biliyoruz. Bir düş kurup onun peşinden gitmek, onu on beş sene sonra da olsa gerçekleştirmek konusunda da ondan öğrenilecek çok şey olduğunu en son dijital platform dizisi “Yaratılan”da gördük. Sen ergenlik çağında Mary Shelly’nin “Frankestein”ını okuyup çarpıl, yılar sonra onu serbest bir uyarlama olarak Osmanlı’nın son dönemine taşı. Elbette kimseyi ikna edeme, ne alakası var, biz sevmeyiz öyle özgün şeyler yapmayı. Nitekim yıllarca hiçbir yapımcı bunu göze alamasın ama sen vazgeçmeden zamanını bekle. Günün
Kaç kişi hayatındaki var olma sebebini çocuk yaşta bulacak kadar şanslıdır? Ve o sebep kendisine yasaklanacak kadar şanssız? Bir ansiklopedi maddesi olarak “Sahneye çıkan ilk Türk ve Müslüman oyuncu” olan, her sene adına şaşaalı törenlerle tiyatro ödülleri verilen – iyi ki de verilen, yoksa adı da yitip gidecekti kendi gibi – bu şansla şanssızlık arasında sıkışıp kalan ve 39 yaşında da kendisine hayatının anlamını çok görmüş bu dünyadan ayrılan Afife Jale gibi.
Milliyet Sanat dergisinde ‘Ayın Söyleşisi’ için Zorlu PSM’deyim, karşımda yine o anlamı, o varoluş sebebini çocuk denilecek yaşta bulmuş ve onun peşinden karşısına çıkan engelleri devire devire yürümüş bir oyuncu var, Demet Evgar. Şu an bulunduğu yere bakınca sanki hayatta her şey onun için su gibi akmış zannedebiliriz ya, bu sohbette öğreniyorum ki konservatuvara gidebilmek için açlık grevi yapması gerekmiş. Hem de ciddi ciddi, 38 kiloya düşene kadar. Birçok hikâyede olduğu onun anne babası da mutlu olsun, sıkıntı
Birazdan sözünü edeceğim müjdeli haberi aldığımda aklımdan geçen ilk düşünce şu oldu: Bazı insanlar duramıyor. İyi ki. Hani baktığın zaman birçok kişinin, “Her şeyin var, rahatın yerinde, yan gel keyfine bak ya da seyahat et, hayatını yaşa” diyebileceği bir durumdayken kalkıp yeni maceralara atılıyorlar. Uzun zamandır tanıdığım ve yılmadan yeni başlangıçlara yelken açma azimlerine hayranlık duyduğum Övül Avkıran ve Mustafa Avkıran gibi.
Zor zamanlarda ilk gözden çıkarılan sanatken, ülkemizde tiyatro yapmak zaten her daim mücadele isterken ve bu alanda almaya alıştığımız haberler daha çok kapanan sahnelere / salonlara dairken, “yeni bir tiyatro festivali yapıyoruz” müjdesinin onlardan gelmesine de şaşırmadım dolayısıyla. Nerede olduğuna da kimse şaşırmayacaktır herhalde: Etimesgut’ta.
Sözü Avkıran’lara bırakırsak:
“Bizim buraların başkanı insanın ruhuna bedeni kadar iyi gelecek sanatı, parklara bahçelere, sokaklara, salonlara taşımaya başladı. Bugüne kadar kültürle sanatla ilişki kurmak için, beslenmek
Bazı oyunlar oluyor, sizde müthiş bir iz bırakmış, aradan yıllar geçtiğinde bir daha izleyip “Bu muydu gerçekten?” diyorsunuz. Siz değişmişsiniz, zaman değişmiş, koşullar değişmiş, ne olmuşsa olmuş işte. Bir klasik değilse eskimiş belki. Genel olarak kaçındığım bir şeydir bu yeniden karşılaşma.
Tam da böyle bir oyun izlemeye gittim geçen hafta, Sabancı Müzede Sahne kapsamında. Her yıl bu zamanlar Sabancı Vakfı’nın katkılarıyla, Fıstıklı Teras’ta gerçekleşen dört günlük bir etkinlik bu, açılış oyunu da sözünü ettiğim oyundu işte; “Bana Kimse Ne Olduğunu Anlatmadı”.
Önce oyunla tanışmamı anlatmam lazım; yıl 2016, her oyunuyla konuşulan Dot’ta tek kişilik bir oyun izledik, Nick Hornby’nin yazdığı, İbrahim Selim’in oynadığı: “Bunu Ben de Yaparım”. Çok güldüğüm, çok duygulandığım, adeta bizim toplumu, bizim sanat ortamını anlattığını düşündüğüm, o gün bugündür de devam etmediğine hayıflandığım bir oyundu. Ara sıra görenlerle kulaklarını çınlatırız.
Adı biraz