Ülkemizde en çok eksikliğini çektiğimiz ve bu yüzden olduğunda daha da kıymeti bilinmesi gereken şeylerden biri, süreklilik. Bir düşünün, çocukluğunuzdan ne kaldı? Doğduğunuz ev yerinde mi? Büyüdüğünüz sokak kaldırımlarında oynadığınız sokağa benziyor mu? Tırmandığınız ağaç, limonata içtiğiniz pastane, ilk filminizi gördüğünüz sinema, karışık kaset doldurttuğunuz plakçı, ilk flörtünüzle gittiğiniz kafe, konserler izlediğiniz müzikhol, hangisini bulabiliyorsunuz yerinde?
Aynı şekilde okuduğunuz dergi, evinize giren gazete… Hatırlıyor musunuz onları? Gazete bayii pek kalmadı ya, market raflarında görüyor musunuz adını? Benim çocukluğumdan gazete deyince aklıma gelen ilk görsel mesela, bir meşale. Okumayı bilmesem de adını biliyorum o zaman: Milliyet. Elimden düşmediğinin bir de resmi vardır ki, yıllar sonra hayatımın önemli bir dönüm noktasında bana eşlik edeceğini elbette bilmiyorum, ona geleceğim birazdan.
Okuma yazma öğreniyorum, artık kendime ait bir dergim var: Milliyet Çocuk. O
“Artık arzum, kadın olduğu için zorluklar yaşayan bir kadından ziyade bir insan izlemek. Çünkü bu miadını ve görevini tamamladı gibi geliyor; kimlik mağduriyeti hikâyeleri. Hele ki yeni nesil için. Kötü bir şey olduğundan değil, kadın olmanın hayattaki zorluğunun görünür olması adına doğru bir şey. Ama artık biraz ezilen hikâyesi değil de yaşayan hikâyeler görmek istiyorum. Tamam, mağduruz ama bir de yaptıklarımız var. Yapıyoruz bir şekilde, hayatı yaşıyoruz. O hayatın zorluklarıyla sadece kadın kimliğimizle baş etmiyoruz”.
Milliyet Sanat dergisinde Ayın Söyleşisi’nin Mayıs ayı konuğu Funda Eryiğit. Yazının başındaki alıntı da oradan ve benim de bir süredir önemsediğim bir konu. Kadın hikâyesi, hatta ‘güçlü kadın hikâyesi’ adı altında sadece ezilen kadın izlemek de kadınları o köşeye hapsediyor gibi gelmeye başladı. Bir de sıktı tabii. Hakikaten hayatta sadece kadın olmaktan kaynaklanmayan sorunlar var ve kadınlar da birer insan olarak onlarla karşılaşıyor, onları da insan gibi yazabiliriz. Ve bu sene İstanbul Film
Altı yıl kadar önceydi sanırım, yurtdışı seyahatlerimize darbe vuran pandemiden önce; Roma’ya gitmiştim birkaç gün tatil için. Bir barda otururken klasik “nerelisin?” sorusuna “Türkiye” cevabını verince, genelde almaya alışık olduğum “İstanbul, Bosforus, şiş kebap, baklava” tarzı tepkiler yerine “Kanyaman” dedi servis yapan kadın. Asla anlamadım tabii. Neyse “Erkenci Kuş” falan derken anladım ki Can Yaman bu genç kadının Türkiye deyince anladığı. E güzel, bu da hoş yani, bir Türk oyuncu, bir Türk romantik dizisi İtalya’da seviliyor.
O zaman kendisinin İtalya’da o kadar meşhur olduğunu bilmediğimden şaşırmıştım, belki sonra arttı şöhreti, her ne ise, şu anda kendisine iki ülke arası bir kariyer kurmuş durumda, bence elinde fırsat olan herkesin yapacağı gibi. 2020’den beri de çeşitli İtalyan dizilerinde başrollerde oynuyor. Birlikte üç reklam filmi çektiği yönetmen Ferzan Özpetek de Can Yaman’ın İtalya’da çok sevildiğini, gittiği yerlerde olay olduğunu anlatmıştı. Neyse yani
İnsanın hayata bakışını hangi şarkıları dinleyerek, hangi şiirleri okuyarak büyüdüğü o kadar etkiliyor ki. Ben mesela gözümü “Ya dışındasındır çemberin / Ya da içinde yer alacaksın” ile açtığım ve sonraları hep yerimi tartma ihtiyacı duyduğum için, bazen insanın “İstersen hiç başlamasın / Bu hikâye eksik kalsın” diyebileceğini, ayrılıkları “Aslında giden değil kalandır terk eden / Giden de bu yüzden gitmiştir zaten” diye karşılamanın da mümkün olduğunu öğrettiği için, “Geçse de yolumuz bozkırlardan / Denizlere çıkar sokaklar” diye geçmişe ve yarınlara inandıran her bir sözcüğü için Murathan Mungan’a minnettarım. (Tabii başta Derya Köroğlu / Yeni Türkü olmak üzere bu sözleri bize ulaştıran bütün seslere de).
Murathan Mungan kadar çok yönlü ve üretken (bu iki içi aşırı boşaltılmış sıfatı kayıtsız şartsız kullanabileceğimiz belki tek insan) birinden sadece şarkı sözleriyle bahsetmek çok eksik kalır, biliyorum. Ama
Hayatta duyduğum anda sohbeti kesip konuşmayı terk etme isteğine kapıldığım iki kalıp var: Biri “Sen onu bırak da”, diğeri “O da bir şey mi”. İkisi zaten aşağı yukarı aynı anlama gelir; senin anlatmakta olduğun fasa fisodur, onda hep bir fazlası, bir ilginci, bir seviye ötesi vardır, dur bir anlatsın da gör hele.
Pelin Esmer’in artık sona yaklaşmakta olan 44. İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale için yarışan son filminin adı “O da Bir Şey mi”. Film, bambaşka hayatlara sahip, yollarının kesişmesi neredeyse imkânsız sayılabilecek iki insanın tuhaf bir şekilde kesişen hikâyelerini anlatıyor. Levent (Timuçin Esen), İstanbullu ünlü bir yönetmen, ödüllü pek çok filmi var ve şu anda kendi çocukluk travmalarına / korkularına dair bir kısa film çekmekte.
Aliye (Merve Asya Özgür) ise Söke’de bir otelde kat görevlisi. Bir dizi olay sonucunda yarım kalmış hayalleri ve bu kasabaya, bu otele, sıkıştığı bu hayata sığmayan bir hayal gücü var. Hikâyesini yeniden yazmak istiyor. Söke Film Festivali’ne konuk olarak
Uzun bir masa, arkadaşların toplandığı bir akşam yemeği. İçlerinden biri, büyük bir tutkuyla yeni yazacağı kitaptan söz ediyor. Masadakiler onu ciddiye alarak mı dinliyor, içlerinden ya dışlarından dalga mı geçiyorlar umurunda değil, zaten farkında da değil. Dikkatinin odağında sadece kendisi var. Ama delici bakışlarından da anladığımız üzere bir kişi hepsinin farkında ve belli ki içinden sussun da kendini rezil etmesin diye dua ediyor: Karısı.
Bu sahnenin kendisi ve hemen sonrasında arabada yaşanacak diyalog (onu filmi izleyene bırakıyorum), ‘çift olmak’ üzerine o kadar çok şey söylüyor ki. Hani karşındakini sahiplenme ve onu ‘dış dünyaya’ karşı korumak istemeyle başlayıp onun adına utanma ve öfkeye hatta neredeyse öldürmek istemeye uzanan birçok farklı duygu. Görünüşe göre bizim çiftimiz; bütün aymazlığıyla kendini karısına teslim etmiş Keane ve ipleri elinde tutmaktan yılmış Suzie artık çift olarak yolun sonuna yaklaşmış durumda. İşin sonu ya boşanmaya ya cinayete varacak…
Yine böyle bir gecenin
Okulda Fransızca öğrenmeye başladığımda en büyük yardımcım şarkı sözleri olmuştu. Bir şarkıyı eğer evinizde plağı, kaseti yoksa istediğiniz an dinleyemediğiniz, radyoda karşınıza çıkmasının sürpriz gibi sevindirdiği ve tabii ki şarkı sözlerinin parmağımızın ucunda olmadığı yıllar. Dinozor dinozor konuşmak istemiyorum ama kendi içinde bir güzelliği olduğu kesin bu çabanın.
Özellikle de “La Boheme” gibi, “Emmenez-Moi” gibi, “Hier Encore” gibi, “La Mamma” gibi bazılarını döne döne dinlediğimi, sözlerini sökmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Neden özellikle onlar diye düşünmemişim, onu da yeni düşündüm, 44. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen “Monsieur Aznavour” filmini izlerken. Çünkü bunlar hikâye anlatan şarkılar. Dünya çapında 180 milyondan fazla albüm satan Fransız şarkıcı ve şarkı yazarı Charles Aznavour, kariyerinin epey başlarında keşfetmiş bunun faydasını, birinci tekil şahıs kullanırsa, birinci ağızdan anlatırsa hikâyeyi, dinleyiciye daha yakın
Gitmek, buralardan gitmek, başka bir ülkeye göçmek, göçüp her şeyden uzaklaşmak, uzaklarda yeni bir hayat kurmak… Şikâyet ettiğimiz ne varsa onların olmadığı bir hayat… (Kavafis’e inanmayıp) Yeni bir şehir, yeni bir ülke, yeni insanlar… Başka koşullar. Başka... Başka dertler. Ya da aynı dertlerin başka suretleri.
Hayatımızın son döneminin temel bir meselesi bu; gitmek. Giderken götürdüklerin, yanına alamadıkların, orada aradıkların, buldukların, bulamadıkların. Şu ihtimal de var değil mi üstelik, hadi bir yolunu bulduk da gittik, “ya işler istediğimiz gibi gitmezse?”
Bu soru etrafında şekillenen, seyirciyi de bu soruyla ve bir daha bir daha tekrar eden döngülerimizle meşgul eden bir oyun, adı üstünde “Loop”. Tiyatromuzun çarpıcı kalemlerinden Ebru Nihan Celkan’ın yazdığı, Nagihan Gürkan’ın rejisiyle H6 Act yapımı olarak İstanbul Tiyatro Festivali’nde seyirciyle buluşan oyunun serüveni farklı salonlarda devam ediyor. (14 Nisan Pazartesi Alan Kadıköy’de olacak).
Oyunumuzun kahramanı Umut (Berfu