Muskat, diğer adı Hint cevizi, bir baharat. Hani küçük ceviz görünümünde olur, bazı yemeklere rendelersiniz. Kararında kullanmak gerek, fazlası fazla. Detayın da fazlası fazla, “Muskat” adlı oyunun tadını kaçar sonra.
“Muskat”ın kahramanı Yaşar. Konyalı çok dindar bir anneyle Tuncelili Kürt bir babanın tek çocuğu. Erkek beklenirken kız doğmuş, biraz da vakitsiz doğmuş, adı Yaşar olmuş. Yaşamaz demişler, yaşamış. Gerçi hayatı da bir tür “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”. Annesi hacca gitmesini, babası devrimci olmasını hayal ederken, iki arada sıkışıp kalmış. Yaşamış denemez, yaşamamış da değil ama. Bu yaşa gelmiş, hiçbir şeyi kendi istediği gibi yapamadan, zaten ne istediğini bilmeden. Annesinin kaderine ve kederine bağlanıp kalmış.
Biz Yaşar’ı son ana kadar dizinin dibinde nefes alıp verdiği, uzunca bir süredir de artık gitmesini beklediği annesinin öldüğü gün tanıyoruz. Cenaze günü. Belki de dünyanın en mutlu günü. Ömrü ‘sus, konuşma, gülme, görme, duyma, okuma’larla geçen
Nisan ayının ortasındaydık, Türkiye Kültür Yolu Festivali Adana’dan çıkıp şehirden şehre gezerek haritada noktaları birleştirmeye başladığında. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından dördüncü kez düzenleniyordu, her yıl rotasına yeni şehirler ekliyordu, bu yıl 16 şehre uğrayacaktı. Seneye de hedef 20.
Sekiz ay geçti, festival artık finale yaklaşırken 15. şehri ziyarete, İzmir’e gittik. 26 Ekim’de başlayan festival Cumhuriyet’in 101. yılının kutlanacağı 29 Ekim’i de içine alarak 3 Kasım’a kadar sürecek, Cumhuriyet Bayramı’na özel İzmir Kültür Sanat Fabrikası Açık Hava Sahnesi’nde “Cumhuriyet’in Işığında Bir Bale Gösterisi”, İzmir Resim Heykel Müzesi’nde Dr. Barış Eroğlu’nun “Cumhuriyet Dönemi Türk Resmine Bakış” söyleşisi, Bornova Kültür ve Sanat Merkezi’nde İzmir Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nun konseri gerçekleşecek. Konak Pier Sineması’ndaki “Son Akşam Yemeği” de Cumhuriyet etkinliklerinden biri. Gündoğdu
Bu sıralar çok geç kalmış şekilde “Succession” dizisini bitirmekteyim. İnanılmaz bir dizi tabii. Ekran karşısında adım adım dördüncü sezondaki ‘Amerika seçimini yapıyor’ bölümüne doğru ilerlerken Donald Trump’ın bir kez daha başkanlık için yarışacağı seçim gününe yaklaşıyor olmamız kaderin bir ‘cilvesi’ diyecektim ki Ferhan Şensoy’un “İçinden Tramvay Geçen Şarkı”daki dizeleri geldi dilime: “Cilvesiz normal kader”. Çünkü evet, “Biz eskiden bugünü daha pembe ummuştuk”.
Gelin görün ki kader seçim günü için ağlarını örmekteyken, Donald Trump’ın bugünlere nerelerden hangi yollardan - – nasıl geldiğini anlatan “The Apprentice – Trump’ın Hikâyesi” filmi de gösterime girdi. En son “Kutsal Örümcek”ini izlediğimiz yönetmen Ali Abbasi’nin Cannes’da ana yarışmada prömiyerini yapan filmi Türkiye’de ilk kez Ayvalık Film Festivali’nde, ardından
Burak Çevik’in Adana Altın Koza’da gösterildiği günden itibaren birbirini doğurarak büyüyen tartışmalara yol açan filmi “Hiçbir Şey Yerinde Değil”, Başka Sinema salonlarında gösterime girdi bu hafta. Filmin tartışma yaratma nedeni, 1978 yılının 8 Ekim gecesinde Ülkücü Gençlik Derneği bağlantılı, silahlı bir grubun Ankara Bahçelievler’de bir evi basarak yedi TİP’li genci vahşice öldürdüğü korkunç geceye; ‘Bahçelievler katliamı’na odaklanması. Hiçbir yerde Bahçelievler adı geçmese, karakterlerin isimleri olmasa, filmin başında sadece ‘gerçek bir olaydan esinlenilmiştir’ ibaresi yer alsa da bunu biliyoruz. Zaten Burak Çevik de bu konuyla ilk karşılaşıp kanını donduğu an olarak çocukluğunda babasının kütüphanesinden rastgele çektiği, olayın baş faili Haluk Kırcı’nın ifadelerinin yer aldığı kitabı gösteriyor. Fakat o gece üzerinden dönem odaklı bir anlatı kurmak, daha anonim hâle getirmek adına bazı maddi gerçekleri değiştirmiş.
Böyle çığır açan, etkileri kendisinden yetmiş yıl sonraya uzanan önemli bir oluşumun hikâyesinin bugüne kadar enine boyuna anlatılmamış olmasına hayret ede ede izlediğim bir belgeselle karşılaştım, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde: Nurgül Bayram imzalı “Gençlik Tiyatrosu” belgeseli. Aykut Oray, Cüneyt Türel, Erol Keskin, Halit Akçatepe, Metin Serezli, Nisa Serezli, Şemsi İnkaya, Tuncel Kurtiz, Ülkü Tamer gibi birçok sanatçının ilk kez sahneye adım attığı, Sermet Çağan, Aydın Engin, Güngör Dilmen, Necati Cumalı, Osman Arolat, Turgut Özakman, Vasıf Öngören gibi yazarların ortaya çıkmasına önayak olan, hani yerli yersiz kullandığımız ‘ilham veren’ sıfatını gerçekten hak eden bir topluluğun heyecan veren macerasını yaşayanların, tanık olanların ve onların çocuklarının ağzından dinliyoruz. Gün yüzüne çıkmamış fotoğraflar ve arşiv görüntülerine yer veren, araştırma sürecinin beş yıl sürmesine şaşırılmayacak bir belgesel.
Türkiye’de değişim
61.Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali cumartesi akşamı ödül töreniyle sona ererken biz de memleketin sinemasına ve ruh hâline dair epey fikir veren bir haftayı tamamlamış olduk. Söylenebilecek ilk şey: Durum hiç iç açıcı değil. Ne ruh hâli bakımından ne sinema bakımından.
Antalya’da da Adana’da olduğu gibi olay en çok ulusal uzun metraj yarışması etrafında dönüyor. Tabii kısa filmler ve belgeseller de var. Hatta ortak fikir, kısa filmlerin gittikçe yükseldiği, bu sene uzun zamandır görülen en iyi kısa film seçkisiyle karşılaştığımız yönünde.
Maalesef aynı şeyi uzun metraj yarışması için söylemek mümkün değil. Hatta tam tersini konuştuk durduk bir hafta boyunca. Tamamı Türkiye’de ilk kez seyirci karşısına çıkan 12 film izledik. Bazılarının son çıkışı olma ihtimali yüksek, ön jüriden nasıl geçtiklerini anlamak zor. Hani olmuyorsa eğer ille 12’ye tamamlamamak, misal sekizde bırakmak (epey iyimser bir sayıyla), seyirciyi sinemaya küstürmemek de bir seçenek
Antalya’da alıştıklarımızdan farklı bir Altın Portakal’ın ortasına gelmiş durumdayız. Geçen yıl 60. festival iptal edilmişti hatırlanacağı gibi. Bu yıl festival yeni yönetimiyle 60. yıl gibi ama aslında değil gibi, “Hikâyemiz birlikte / ‘Biz’ varız bu filmin içinde” gibi bir sloganla yeni bir yol çizmeye gayret ediyor. Gördüğüm kadarıyla etrafta kaçıncı festival olduğuna dair bir ibare yok, biraz yara almış bir 60 diyebiliriz belki.
Tabii ki en çok Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nın konuşulduğu bir festival bu da, her zaman olduğu gibi. Kısa Film ve Belgesel yarışmalarının gösterimlerinin de kolay yakalanabilecek saatlere konup iki kere tekrarlanmaları isabetli olmuş. Ama işte hâlâ başrol uzun metrajların. Her gün saat 16.30 ve 19.00 seanslarında bir uzun metrajlı yarışma filmi ekip katılımlı gösterimiyle gala yapıyor ve o güne damgasını vuruyor. İlk iki gün gösterilen fimlerden Necmi Sancak’ın yönettiği, Binnur Kaya’nın başrolünü oynadığı “Ayşe”nin ve senaryosunu Erdi Işık’ın yazdığı,
Masal olabilirlerdi aslında. “Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde” diye başlayabilir, masal bu ya, peri padişahının beyaz atı kaçıp dağ köylerinden birinde yaşayan Ahmet’in bahçesine girebilir, Ahmet atı alıkoyabilir, padişah dört yana haber salabilir, atını alıkoyanın kellesini isteyebilir, ancak güzeller güzeli kızının gönlü Ahmet’e kaydığı için katı kalbi yumuşayabilir, iki âşık engelleri aşıp kavuşabilirdi pekala. Onlar beyaz ata beraber binerek muratlarına ermiş biz kerevetine çıkmış olabilirdik.
Ama Gülbahar (Yeliz Şatıroğlu) ile Ahmet (Cihan Kurtaran) masalın değil Yaşar Kemal’in 1970’te yayımlanan “Ağrı Dağı Efsanesi”nin talihsiz âşıkları. Gülbahar’ın babası zalim mi zalim Mahmut Han (Hakan Örge). Ahmet’in canını almaya kararlı, en sevdiği kızını zindana attıracak kadar şakası yok. Gelgelelim Gülbahar ile Ahmet’in aşkı dillere öyle bir destan olur ki Ağrı Dağı’nın eteklerinden Van gölünün kıyılarından kalabalıklar ayaklanıp saraya akın eder. Mahmut Han korkup