Çocukken büyümek için sabırsızlanır ya insan. Çok eğlenceli bir şeydir yetişkin olmak, yapabileceğin o kadar çok şey vardır ki. Resim, müzik, dans, hepsine yeteneğin vardır, sahneye çıkar alkışlanırsın, dünyayı gezersin, kitaplar yazarsın, keşifler yapabilirsin, ödüller alabilirsin, uzaya gidebilirsin… Belki de yönetmen olup kendi filmini çekersin. Hayallerin havada uçuşur, hepsine de yeteneğin vardır. Tek engelin çocuk olmandır, ah bir büyürsen dünyayı yerinden oynatman işten değildir.
Sonrası işte gerçekler… Üniversite sınavı, 18 yaşında hayatına dair vermek zorunda olduğun karar, para kazanma mecburiyetiyle girdiğin işler… Zaman geçer, hayallerin el sallayarak uzaklaşır senden, bir bakmışsın yaş 30 olmuş. Ama sen daha neler yapacaktın.
Bu yıl Adana’dan İstanbul’a pek çok film festivalinde karşımıza çıkan, ödüller alan, en son Frankfurt Türk Film Festivali’nden En İyi Kısa Film ödülüyle dönen “Dilan Hakkında Konuşmalıyız”da 29 yaşına gelmiş Dilan
Bazı yerler var, o kadar güzel ve özeller ki insanlar bozmak için ne kadar uğraşırsa uğraşsın bu güzellik yok olmuyor. Ama uğraşıyoruz yani, bu bir gerçek. Bodrum - Gümüşlük bunlardan biri mesela. Her ayak bastığımda yurtdışında karşımıza böyle bir yer çıksa nutkumuz tutulur, diye düşünüyorum. Küçücük bir koy, deniz, doğa, tarih, ne ararsan konsantre olup içine sığışmış. Güneşin doğuşu büyülü, ayın batışı nefes kesici, bir güzel rüzgârı var, hiç kavrulmazsın, şıkır şıkır denizi, sahilde balık lokantaları, zeytin ağaçları, limonu, mandalinası, ılgın ağaçları, kauçukları… İnci tanesi gibi bir köy. Hani ne istersin ki başka? Bangır bangır bir müzik değil herhalde…
Ben Gümüşlük’e gelmeye başladığımda – ki çok eskilerden değilim - burada müzik yoktu, neredeyse. Bir Jazz Cafe vardı sahilde haftada iki-üç gün adından anlaşılacağı gibi caz dinleyebileceğiniz, bir de Özak vardı koyun sonunda, orada da arada bir konserler olurdu. Yani
İnsanların her an patlamaya hazır bombalar gibi dolaştığı, öfkeli, siniri bozuk bir dönem yaşıyoruz. Haber bültenleri kâbus senaryolarını aratmıyor, sosyal medya iyiden iyiye bir hoyratlık, parmak sallayıp had bildirme alanına dönüşmüş durumda. “Sinirim burnumda, nereye patlasam acaba” diye dolaşıyor insanlar sanki. Neyi yaptıkları için kızsam, neyi yapmadıkları için azarlasam… Bayram gelmiş, en klişesinden bir mesaj yazsam… “Küslerin barıştığı, dargınlıkların geride kaldığı… Mübarek…” Sonra kimler bayramı kutlamamış ona baksam ve onlardan hesap sorsam... İlla bir ayrışma noktası bulsam yani.
Bu bayram, gördüğüm bütün topluca gönderilen süslü bayram tebriklerinin, videolu whatsapp mesajlarının, şatafatlı instagram post’larının arasında tek bir görüntü güldürdü yüzümü. TYT Türk Haber stüdyolarında, ana haber bülteninin sonunda, sunucu Emre Buga beş tane yavru kediyle çıktı seyirci karşısına. Anneleri de yanlarında. “Kanalımızın güzel kızı
Bir konser ancak bu kadar unutulmaz olabilirdi. Guns N’ Roses aylarca beklendi, sonunda geldi ve BKM organizasyonuyla Beşiktaş Tüpraş Stadyumu’nda gerçekleşen konserle herkesin kalbini kazanıp gitti. Birçok detay okuduk haklarında, gelmeden önce. İstanbul’a 100 bavulla geleceklerini, kuliste kadın emeğiyle hazırlanmış yastıklar ve doksan yıllık gül desenli halılarla karşılanacaklarını, grup üyelerinden Duff McKagan’ın eşi süper model Susan Holmes’un kulis görüntülerine hayran kaldığını, grubun şarkılarından melodiler taşıyan kutularda lokumlar ve 24 farklı gülden elde edilen ‘Rose of Anatolia’ yağının hediye olarak düşünüldüğünü…
Hepsi pek güzel ama Guns N’ Roses’ın 2 Haziran İstanbul konserinden ne kalacak geriye? 15 yaşını dolduramamış bir çocuğun ışıl ışıl gözleri ve bir stadyum dolusu ateş böceği gibi geceyi aydınlatan yıldızlar. 24 Ocak 2025’te Kadıköy’de uğradığı vahşi saldırı sonucu hayatını kaybeden, o günden beri vicdan sahibi her kalpte bir ağrı olarak yaşayan Mattia Ahmet
Kahve tuhaf bir alışkanlık, insanda tadından önce adıyla muhabbet çağrıştıran bir içecek. “Hadi bir kahve içelim” bir sürü şey demek, her şeyden önce de sohbet edelim demek. Çay tutkunları için de çay öyle tabii ama bugün konumuz kahve, ben de sabahları zaten yüksek olan kortizol hormonunu (stres hormonu olarak da biliniyor) artırdığı için önerilmese de kahvesiz güne başlayamayanlardanım. Bence kokusunun verdiği mutluluk onu dengeliyordur. Elimde öyle iki kitap var ki; bu mutluluğu katmerlendiriyor: “Topraktan Fincana Kahve”, “Fincandan Lezzete Kahve”. Gastronomi yazarı ve kahve eğitimcisi (Okan Üniversitesi bünyesinde Türkiye’nin ilk üniversite seviyesinde kahve eğitimcisi olarak ders veriyor) Cenk R. Girginol’un Gourmand World Cookbook Awards tarafından ‘The Best of The Best’ dahil pek çok ödüle layık görülen iki kitabı Mundi Kitap tarafından yenilenerek basılmış.
Her şeyden önce, bir ‘yeniden başlama’, bir hayal kurup gerçekleştirme hikâyesi
Sahneye son çıkışı, alkışları son kucaklayışı ve seyirciye söylediği son sözler… Şubat ayıydı, Caddebostan Kültür Merkezi tıklım tıklım dolu, İlhan Şeşen’in 55. sanat yılını kutlamak için toplanmış herkes; ailesi, dostları, meslektaşları, şarkılarını söylemiş genç müzisyenler… Bütün salon büyük bir coşkuyla “Ankara’dan Abim Gelmiş” söylüyor, İlhan Şeşen sahnede oturuyor, ömrünün uzun bir kısmında yol arkadaşı olmuş yeğenleri, grup arkadaşları Gökhan Şeşen ve Burhan Şeşen iki yanında, onları hep gördüğümüz gibi. Alkışlar durmuyor. Sonunda dedi ki “İnsanın keşke daha çok yaşasaydım diyesi geliyor. Ama bir şarkım var, en beğendiğim satırı şöyle: ‘Keşke yoktur. Ama keşke olsaydı”.
Bu netlik, bu açıklık, bu kimine acımasız gelebilecek gerçekçilik bence İlhan Şeşen’in kendisini de şarkılarını da farklı kılan yanlarından biriydi. Lafı dolandırmaz, gereksiz süslemelere kalkışmaz, söyleyeceğini dosdoğru ama sanki daha önce hiç söylenmemiş şekilde
Hayattaki en eski arkadaşım bana “Benimle İbrahim Selim’in gecesine gelir misin?” deyince sorgusuz sualsiz “tamam” dedim. Kimseyi ikna edememiş, onu da hiç anlamadım. Meğer Nişantaşı Komedi Kulüp By Brothers’da gittiğimiz bir ‘quiz night’ imiş, gelmek istemeyenlerdeki de “Bize soru soracak” gerilimi. İçimden “Katılmayıveririm, kenardan izlerim, ne olacak” diye geçirdiğimi ve kısa sürede kendimi hırslı bir yarışmacı olarak bulduğumu itiraf etmeliyim. Bu quiz night’ların neden bir süredir bu kadar popüler olduğunu anlamış bulunuyorum.
Önce masalarımızda yerimizi alıyoruz, tahtamız, kalemimiz, silgimiz hazır. Bir de bayrak var, onu kaldıran “Benim size göstermek istediğim bir yeteneğim var” demiş oluyor ki bence pek gerekli bir şey değil. Ya da biz ‘yetenek’ konusunda kesat bir geceye düştük. Kendimize birer grup adı seçiyoruz ve birazdan İbrahim Selim sahneye çıkıp geceyi başlatıyor. Arada mikrofon dolaştırarak gelenleri tanıyor – tanıtıyor, bu gece avukatlarla dolu mesela, bir yandan da soruları sormaya
Küçük bir çocuksunuz, “Pamuk Prenses ve 7 Cüceler” masalını dinlediniz, neler öğrenirsiniz? Bir kere güzelliğin (ve beyazlığın) bu dünyadaki en önemli şey ve de başa bela olduğunu. Pamuk Prenses adı üstünde bembeyaz tenli, elma yanaklı, kiraz dudaklı bir kızdır. İkincisi ‘üvey anne’ bütün kötülüklerin anasıdır, adı falan yoktur, ‘kötü kalpli kraliçe’ diye anılır. Kral ölünce hemen kızına eziyet etmeye başlar, güzellik takıntılı olduğu için her gün sihirli aynasına “Benden güzeli var mı bu dünyada?” diye sorar, günün birinde “Var hanım var, Pamuk Prenses var” cevabını alınca da onu ortadan kaldırmaya karar verir.
Hemen avcıya emir verir, “Al bu kızı ormana götür, öldür, kalbini de çıkarıp bana getir ki öldürdüğüne inanayım” der. Dikkat, orman tehlikeli bir yerdir. İşi can almak olan avcı ise aslında vicdanlı biridir, bakar bakar Pamuk Prenses’in ‘güzelliğine ve masumiyetine’ kıyamaz, onu