İnsana lunaparkta koşturma duygusu veren bir albüm dinleme deneyimi yaşatıyor bir süredir, “Mücevher” bana. Cem Adrian’ın 20. yıl albümü. Hani dönme dolaba binersiniz aklınız balerinde kalır, gondoldayken çarpışan otomobiller için jetonunuz cebinizdedir, aynı anda hepsinde birden olmak istersiniz, nasıl yetişeceksiniz bilemezsiniz. Ya da ben öyleyim en azından. Olamaz, Zuhal Olcay “Siyah Beyaz”ı söylüyor derken gözüm “Hani Bazen”in Melis Sökmen yorumuna takılıyor, onu dinlerken Fatih Erkoç ve Kerem Görsev’in “İlk ve Son Kez”ine aklım gidiyor, Birsen Tezer’in “Bükülüyor Zaman”ını, Hüsnü Arkan’ın “Yalnız Adam”ını merak ediyorum. Aaa Murat Yılmazyıldırım da var. Seyyal Taner var “Salvatore”yi söyleyen… Ya da Meltem Taşkıran ile Sami Ertan Kızıltan, “Beni Hatırladın mı?” diyen. Ne kadar iyi anlatamam. Böyle telaşlı ve heyecanlı bir dinleyiş hali.
Başta Hürriyet’ten Sinem Vural’ın albümün basın toplantısında sorduğu
Söylenişinden, kulağınıza gelişinden ya da anlamından ötürü iltimas geçtiğiniz sözcükler vardır hayatta. Duyunca hoşunuza gider, kullanmayı ayrı bir seversiniz. Belki de sıkıldıkça hatırlayıp tekerleme gibi tekrarlamak için ezberleyip biriktirirsiniz. Baturgan öyle yapıyor. Sıkıldığında ‘alıp başını’ bir yere gidemiyor çünkü. Sığındığı liman, onu huzurlu olduğu, neşelendiği, kahkahayla güldüğü anlara döndürecek pusula, sözcükler. Onu ikiziyle aynı şeye güldüğü son sefere götüren “hokkabaz” sözcüğü gibi mesela.
Baturgan, Çağan Irmak’ın “Ayrılış” romanının kapağını kapattığında okurun kalbinde, zihninde kalan iyiliğin, saflığın, sevginin adı. Karşısında, hatta yanı başında ise kötülük var. Doğuştan kötülük. Onun adı da Batuhan. Baturgan ile Batuhan yapışık ikizler. Arka kapakta yazdığı gibi “yarım ayın bir tarafı karanlıkta, bir tarafı aydınlıkta kalan hali gibiler”.
Bir tanesi yan yana olmaktan mutlu, tek derdi herkesin onları olduğu gibi kabul edip
Türkiye’nin kadınlardan oluşan ilk kadın müzik grubunu hangisidir? Bu sorunun cevabı çoğumuz için “Volvox” olsa gerek. 1988 yılında Şebnem Ferah tarafından kurulmuştur. Bir Vikipedia bilgisi.
Oysa ondan tam 20 yıl önce, 1968 yılında Ankara’da beş lise öğrencisi genç kız bir araya gelip Eroğlu Kızlar Orkestrası adıyla sahnelerin tozunu attırmaya başlamıştı. Cumhur Canbazoğlu’nun sinemamuzik.com sitesi sayesinde hemen 1973 Hey Dergisi’nden Taner Dedeoğlu’nun satırlarına ulaşabiliyoruz, şöyle anlatıyor grubu: “Havva Anamızın müzisyen torunları şimdi de Türkiye’nin Ankara’sında erkeklere kök söktürüyor. Türk pop müzik dünyasına çoğunlukla erkek müzisyenlerin hâkim olduğu şu günlerde, ellerinde son derece kaliteli enstrümanlarıyla beş Türk genç kızı müzik dünyasında bir atılım yapabilmek için çalışıyorlar”.
35. Ankara Film Festivali’nin ‘Ankara hikâyesini bekliyor’ temalı yarışmasında VEKAM Özel Ödülü’nün sahibi olan
Daha jeneriği izlerken bir heyecana kapılıyor insan: “Yazan: Hasan Cemil / Yapan: Ertuğrul Muhsin / Besteliyen: Cemal Reşit / Çekenler: Cezmi ve Remzi / Dekorları Kuran: Edip / Ses Mühendisi: W. Morhenn / Oynıyanlar: Behzat, İ. Galip, Hazım, Mahmut, Feriha Tefik, Cahide, Nafia, Naciye”. O sıralar soyadı kullanılmadığı için sadece isimleriyle anılan ve bugün de hâlâ isimleriyle yaşayan yıldızlar sıra sıra. Ve bir not: “Müzik parçalarını konservatuvar orkestrası çalmıştır”.
Önce bir itiraf; 1934 yılında çekilen ve sadece ‘ilk köy filmimiz’ olmakla kalmayıp pek çok ilki barındıran “Aysel, Bataklı Damın Kızı”, adını tabii ki hep duyduğum ama oturup baştan sona izlemediğim bir filmdi. Kadıköy Belediyesi Sinematek / Sinema Evi, sinema alanındaki hizmetlerine bir yenisini ekleyerek eski Türk filmlerinin restorasyonuna başlamasaydı herhalde izleyemeyecektim de (YouTube’daki kayıtları saymıyorum). Sinematek geçen yıl Kurukahveci Mehmet Efendi sponsorluğunda “Hakkâri’de Bir Mevsim”i restore edilmiş hâliyle
Bir kadının hayatı nerede başlar? Bunun her kadın için cevabı aynı değil kuşkusuz. Kimisinin, eğer şanslıysa, doğarken başlar, çünkü onu kanatlarını kırmadan büyüten, kendi yolunu çizmesine olanak ve alan tanıyan bir ailesi vardır. Kimisi anne babasının yarım kalan hayallerini tamamlamak gibi bir görevle gelmiştir dünyaya. Buna toplumun kuralları ve bir kadından beklentileri eklenir çoğu zaman ve baba evinden çıkıp koca evinde devam eder hayatı. ‘Başkalarının’ hayatı. Kocasının karısıdır, çocuklarının anasıdır, kendisinin aslında kim olduğunu kendi bile unutur. Bazen kendisiyle kocasının kaybıyla tanışır. Sultan gibi.
“Mukadderat” filminin Sultanı, Kastamonu Cide’de yaşayan, 70 yaşına merdiven dayamış bir kadın. Her gece endişeyle hasta kocasının nefesini dinliyor, yalnız kalmak en büyük korkusu ve başına geliyor sonunda. Cenazenin ertesi günü çocukları kahvaltı masasında bağ bahçe hesabı yaparken “Ben evlenmek istiyorum” deyiveriyor, “yalnız yatamam koca yatakta”. Ve kıyamet kopuyor tahmin edileceği gibi. Karısı
“Festivalciliğin temeli sinemayı sevmektir. Önce sinema sevgisi. Öbür hataları, her şeyi affettirir”.
Ankara Film Festivali’nin 30. yılı için yapılan Emel Lakşe imzalı “30 Yılın Öyküsü” adlı belgeselde Festival Başkanı İnci Demirkol bu cümlelerle başlıyor işin sırrını anlatmaya: “Sinema sevgisiyle başlarsanız işe, devamı gelir.” Öyle de olmuş sahiden. O zamanki adıyla Ankara Film Şenliği, 1988 yılında Aziz Nesin ve Mahmut Tali Öngören önderliğinde Bilim Sanat Dergisi, Bilar A.Ş. ve Mülkiyeliler Birliği ortaklığında yola çıkmış. Pusulası sinema sevgisi olarak. Bir vakfın, bir derneğin, bir kurumun çatısı altında değil sadece dayanışmanın gücüyle. Öngören’in deyişiyle darbe sonrası kuraklığında ‘çölde bir lale’ gibi.
Şenlik 1991 yılında Körfez Savaşı nedeniyle sekteye uğramış. Bu şerden doğan hayır, kurumsallaşma ihtiyacının adının konması olmuş. Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı kurularak 11 Ocak 1991’de uluslararası kimliğini kazanmış, Ankara Film Festivali.
35 yıllık mücadelelerle dolu
İnsanın en büyük ihtiyacı bir bütünün parçası olduğunu idrak etmek. Toprağıyla, suyuyla, kuşuyla, böceğiyle, ağacıyla, meyvesiyle uyum içinde varlığını sürdürebilen bir bütünün. Birbirine ve doğaya hoyrat davranarak kendi sonunu hazırladığını çok geç olmadan (hâlâ olmadıysa) anlaması şart.
Doğu Karadeniz’in nefes kesen coğrafyasında, Artvin Borçka’da her anıyla bunu hissettiren bir üç gün geçirdik. 2006 yılında kültür sanat aracılığıyla Doğu Karadeniz coğrafyasına, yerel kültüre dair farkındalık oluşturmak amacıyla yola çıkan Gola Kültür Sanat ve Ekoloji Derneği’nin Borçka Belediyesi iş birliğiyle düzenlediği Demir Elma Festivali buluşturdu hepimizi. Bu festival aslında İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) Avrupa Birliği desteğiyle yürüttüğü Ortaklaşa: Kültür, Diyalog ve Destek Programı kapsamında hayata geçen Demir Elma Projesi’nin bir sonucu. Yani altında yerel yönetim ile sivil toplum aktörleri arasında
Muskat, diğer adı Hint cevizi, bir baharat. Hani küçük ceviz görünümünde olur, bazı yemeklere rendelersiniz. Kararında kullanmak gerek, fazlası fazla. Detayın da fazlası fazla, “Muskat” adlı oyunun tadını kaçar sonra.
“Muskat”ın kahramanı Yaşar. Konyalı çok dindar bir anneyle Tuncelili Kürt bir babanın tek çocuğu. Erkek beklenirken kız doğmuş, biraz da vakitsiz doğmuş, adı Yaşar olmuş. Yaşamaz demişler, yaşamış. Gerçi hayatı da bir tür “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz”. Annesi hacca gitmesini, babası devrimci olmasını hayal ederken, iki arada sıkışıp kalmış. Yaşamış denemez, yaşamamış da değil ama. Bu yaşa gelmiş, hiçbir şeyi kendi istediği gibi yapamadan, zaten ne istediğini bilmeden. Annesinin kaderine ve kederine bağlanıp kalmış.
Biz Yaşar’ı son ana kadar dizinin dibinde nefes alıp verdiği, uzunca bir süredir de artık gitmesini beklediği annesinin öldüğü gün tanıyoruz. Cenaze günü. Belki de dünyanın en mutlu günü. Ömrü ‘sus, konuşma, gülme, görme, duyma, okuma’larla geçen