İstanbul’daki durumu gözler önüne seren bir araştırmaya göre, 30.9 dereceyi aşan sıcaklıklar 65 yaş üstü bireylerin ölüm riskini şehir genelinde yüzde 20.9 oranında artırıyor
“Sıcak çok sıcak, daha da sıcak olacak…” Keşke bu sözler, sadece şarkı sözü olarak hatırımızda kalsaydı. Ancak her yaz, artık daha sık telaffuz ediyoruz. Çünkü dünya, gerçekten de ısınıyor. İklim krizinin etkisiyle art arda yeni sıcaklık rekorlarına tanıklık ediyoruz. Aşırı sıcak hava dalgalarının hem sıklığı hem de şiddeti sürekli artıyor.
Tabii yükselen sıcaklık değerleri, sadece termometrelerde değişime neden olmuyor. Sıcak hava dalgaları, insan bedeninde de ölümcül değişimlere yol açıyor; hastanelerin acil servislerini de sessizce kalabalıklaştırıyor. Ve bu sıcakların, özellikle büyük şehirlerde ölüm riskini artırdığına dair elimizde artık çok güçlü bilimsel veriler var. Marmara Üniversitesi Çevre Mühendisliği Bölümü’nden Dr. Merve Yılmaz’ın imza attığı yeni bir
Kene mevsimi başladı. Keneye karşı kovucu yağlar işe yarıyor mu? Kene yapışmışsa ne yapmalıyız? Sağlık Bakanlığı’nın kene rehberine ve uzmanların dediklerine dikkatle göz atıyoruz.
Havaların ısınmasıyla birlikte hem kene vakaları hem de ölümler arttı. Hâliyle toplumda ciddi bir endişe hâkim. Herkes keneden nasıl korunabileceğini ve kene yapışması hâlinde neler yapılması gerektiğini merak ediyor. Tabii başta sosyal medya olmak üzere birçok mecrada da, ’kene kovucu’ onlarca bitkisel formül dolaşıma sokulmuş durumda. Kimi lavanta yağı öneriyor kimi kedi otu, kimi de okaliptüs. Peki, gerçekten de bitkisel çözümler kene tehdidine karşı bizi koruyabilir mi?
Aromaterapi Derneği Başkanı Uzman Eczacı Sevil Ağalar Altınel, bitki özlerinden hazırlanan formüllerin keneye karşı yüzde 100 koruyucu etkisinden bahsedilemeyeceğini, ancak bazı uçucu yağların kokusuyla haşerelerin vücuda gelmesini ve yapışmasını engelleyici özellik barındırdığını söylüyor. Bu tarz ürünlerin etkinliğinin klinik çalışmalarla kanıtlanmadığı sürece
Marmara Denizi Restorasyon Yol Haritası başlıklı rapor atık suların sadece yüzde 4.9’unun ileri ve biyolojik arıtma işleminden geçtikten sonra Marmara’ya deşarj edildiğini gösteriyor
Marmara Denizi adım adım yok oluşa doğru sürükleniyor. Kirli su deşarjı nedeniyle oksijenini yitiren Marmara’da, müsilaj hâlâ etkisini sürdürüyor. Son olarak dünya serbest dalış rekortmeni Şahika Ercümen’in Erdek’te yaptığı dalış, müsilajın Marmara’nın derinlerinde yaşamın üzerini âdeta bir kefen gibi örttüğünü gösterdi. Müsilajın dibe çöküşü, deniz ekosistemi için daha büyük bir felaket anlamına geliyor. Çünkü dibe çöken müsilaj, deniz tabanında oksijen üreten canlı yaşamını sona erdiriyor. Derinlerde büyük bir çevre felaketi yaşanıyor, ancak biz Marmara’nın çığlığını, ancak müsilaj görünür olduğunda duyabiliyoruz. Gerçi duysak da Marmara’yı kirletmeye devam ettiğimiz aşikâr.
İşte, Marmara Denizi Restorasyon
Türkiye su stresi yaşayan ülkeler arasında yer alıyor. Su kaynaklarımızın da sınırı var. Susuzluk yaşamamak için bu kaynakları verimli kullanmalıyız. Üretimimizi su varlığına göre planlamalıyız. Bunun için de ‘sanal su’ ve ‘su ayak izi’ kavramları öne çıkıyor
Bu yaz, su sorunu konusunu daha sık konuşacağız. Çünkü meteorolojik ölçümlere göre, neredeyse tüm Anadolu’da olağanüstü bir kuraklık hâkim bulunuyor. Türkiye geneli su yağışlarında, son 11 yılın en düşük seviyesiyle karşı karşıya. 14 ilde durum, tam anlamıyla afete işaret ediyor. Son 65 yılın en kurak döneminin yaşanmasından ötürü bitkilerde su stresi gözlenmeye başladı. Hububat deposu olarak bilinen illerin beşinde, kuraklık yönetiminin verim kaybı riskinin arttığını ortaya koyan raporlar dikkati çekiyor.
Sonuçta gıda üretiminin devamlılığına bağımlıdır. Su olmazsa gıda da olmaz. Ve maalesef suyumuz her geçen gün azalıyor. Falkenmark İndeksi’ne göre, Türkiye su stresi yaşayan ülkeler arasında
Balkon ve teraslar hatta cam kenarları, biraz bilgi ve çabayla minik bostanlara dönüşebilir.
Gıda söz konusu olduğunda, tarım kimyasalları yani pestisitler, artık en büyük endişelerimizden biri hâline geldi. “Tam çilek mevsimi” diye sevinirken, bir anda sosyal medya ‘zehirli çilek’ uyarılarıyla dolup taşıyor. Pestisitten kaçınmanın nihai yolu ya doğrudan temiz üretim yapan üreticiden meyve sebze satın almak ya da imkânımız oranında kendi yetiştirdiğimizi tüketmek. Aslında birçok sebzeyi, şehirlerde dahi üretebiliriz. Balkon ve teraslar hatta cam kenarları, biraz bilgi ve çabayla minik bostanlara dönüşebilir. Bu konuda bilgisi ve deneyimine güvendiğim bir isim var: Ziraat Mühendisi Gökhan Sivaslı. Balkon bahçeciliği eğitimleri veren Sivaslı’nın, evlerde bu dönem hangi ürünlerin nasıl yetiştirileceğinin inceliklerine ve dikkat edilmesi gerekenlere ilişkin verdiği bilgi şöyle:
Domates
Işık: Günde 6-8 saat direkt güneş ışığı
Saksı: 30 cm ya da daha derin, drenaj delikli
Toprak: Yüzde 40 torf,
Dünyada yok olma riski altındaki 16 kuş türünden 5’i Türkiye’de. İşte bu tehlikeye dikkat çekmek amacıyla nesli tehlike altındaki kuşların sesleri bir albüme dönüştürüldü: Adı da “Miras.” Bize düşense bu mirasa kulak tıkamamak!
Dünya Ekonomik Forumu’nun hazırladığı Küresel Riskler Raporu’na göre, gelecek 10 yılın risk sıralamasının en üst basamaklarında, “Biyolojik çeşitlilik kaybı ve ekosistem çöküşü” yer alıyor. Bilimsel tahminlere göre, önlem alınmaması hâlinde yakın gelecekte bir milyon tür yok olacak. En hızlı çöküş ise sucul ekosistemlerde yaşanıyor. Zira son 50 yılda, küresel ölçekte en büyük tür kaybı, yüzde 83 ile tatlı su habitatlarında gözlendi. Kuraklığa bağlı olarak, yer üstü ve yer altı su kaynaklarında yaşanan dramatik değişimler ve habitat kayıpları, yaşamları suya bağlı olan canlıları bir bir yaşam zincirinden koparıyor.
Kuş sesleri soluyor
Tabii yok olan ya da yok olmaya yüz tutan türlerin başında da kuşlar
Tarımın en büyük sorunlarından biri gıdamızı üreten çiftçilerin yaş ortalamasının 59’a dayanması. Bu durum, tarımın sürdürülebilirliği ve gıda arzı açısından büyük bir tehlike oluşturuyor. Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin son verilerine göre, tarımda kayıtlı genç çiftçi oranı yüzde 5’in altına gerilemiş durumda. Bu gidişat, çok da uzak olmayan bir gelecekte, toprağın sahipsiz kalabileceğine işaret ediyor.
Bu nedenle gençleri mutlaka yeniden tarımsal üretimle barıştırmamız gerekiyor. Elbette tarım, kolay bir iş kolu değil. Emek yoğun bir süreç. İklim değişikliğine bağlı verim kaybı, kuraklık, olağan dışı hava koşulları gibi etmenler, tarımsal üretimi riskli kılıyor. Ancak teknolojinin sağladığı gelişmeler de özellikle eğitimli ve bilinçli gençler için, çiftçiliği cazip kılacak imkânlar tanıyor. Ülkemizde bunun çok güzel örnekleri de var. Mesela dikey tarım. Birçok girişimci genç, teknoloji tabanlı uygulamalarla dikey tarımla üretim yapmaya
Sağlıklı ve ilaçsız gıdaya erişim zorlaştıkça gıda güvenliğine dair endişeleri besleyen dedikodular daha hızlı yayılıyor. Peki, yiyip içtikleri konusunda kendisini diken üstünde hissedenler neler yapmalı? Bu gibi hurafelerden nasıl korunacağımızı Gıda mühendisi Ebru Akdağ anlatıyor.
Sosyal medyadaki bilgi kirliliği en çok da gıda güvenliğini zedeliyor. Birisi çıkıp ufak bir ölçüm cihazıyla hangi meyve sebzede pestisit olduğunun tespit edilebildiğini öne sürüyor bir başkası ise tavuk etinin hormonlu olduğunu savunup tavuk yiyen erkeklerin kadınsılaştığını iddia ediyor. Üstelik bu tip hurafeler, gerçeklere oranla çok daha hızlı yayılıyor. Tabii paylaşana da hızla popülerlik kazandırıyor. Bu, acımasız denklem nedeniyle günümüzde hemen herkes, yiyip içtikleri konusunda kendisini âdeta diken üstünde hissediyor. Bu gidişatı önleyebilmenin tek yolu halkın gıda okuryazarlığını artırabilmekten geçiyor. İşte tam da bu nedenle Avrupa Birliği Gıda Güvenliği Otoritesi (EFSA), 5 yıl önce gıda güvenilirliği konusunda