Birilerinde “Yeter artık, nedir bu bitmek bilmez yaşama arzusu, ölümlü olduğunuzu kabul edin işte” tepkisi yaratsa da sanıyorum çoğumuz karşımıza çıkan “Yaşlanmak tarih olacak” linklerine tıklıyoruz. Genelde de salatalığı sık suyunu iç, yoğurda zerdeçal koy gibi değerli öneriler çıkıyor altından.
Ama biri var ki, gerçekten en iddialı cümleler en inandırıcı şekilde onun ağzından çıkıyor: Doktor Ayşegül Çoruhlu. Şu sıralar başımızı her çevirdiğimiz noktada o var ve sağlıklı / uzun yaşam konusunda devrim niteliğinde değişikliklerin kapıda olduğundan söz ediyor. Kendisi İstanbul Tıp Fakültesi mezunu, ihtisasını biyokimya dalında yapmış bir doktor, öncü bir ‘longevity uzmanı’.
Ben YouTube kanalındaki videolarıyla birkaç yıl önce tanıştım. “Hızlı kilo vermenin ipuçları” gibi başlıkları tıkladım, karşıma popüler dile yanaşmak gibi bir çabası olmayan, ciddi bir doktordan biyokimya dersleri çıktı. Hücre yapılarımız, organlarımızın işleyişi derken kendimi bünyede neyin neden olduğuna
Hayatta sık sık kimi alanlarda neden çok az sayıda kadına rastlandığı üzerine mini münazaralara girmişimdir. Hayli eskimiş bir tartışma tabii ama karşınıza kadınların ‘o alanda’ yetenekli olmadığı gibi bir argüman geldiğinde gene de tutamıyorsunuz kendinizi. Bilim olabilir bu alan, sanatın bir dalı olabilir; şiir olabilir, komedi olabilir. Gözlerimle orta yere kadından yönetmen olmaz yazan oyuncu görmüşlüğüm var, ne denebilir ki. Sanırsınız bütün şartlar eşit, hep eşit oldu da kadınlar tembellikten ya da beceriksizlikten yan çizdi.
İzlediğim dizi; 1950’li - 60’li yıllarda kendisini tamamen erkeklerin egemenliğindeki (tabii o zaman mutfak hariç bütün alanlar erkek egemenliğinde) bir dünyada kanıtlamak durumunda kalan çok yetenekli, bilgili ve tutkulu bir bilim insanının: kimyager Elizabeth Zott’un gerçekten ilham veren hikâyesini anlatıyor. Yine kelimenin yerli yersiz kullanılıp ayağa düşen değil gerçek anlamıyla ‘sıra dışı’ bir kadın Elizabeth. Ve vasatların dünyasında işi çok zor çünkü
Bazı insanlar bu dünyayı başka canlılarla paylaştığımız, onların da yaşamaya - en az - bizim kadar hakkı olduğu gerçeğini kabul etmez, kendisini sırf insan olarak doğduğu için ayrıcalıklı zannederken bazılarına da doğanın, ağacın, bitkinin, hayvanın haklarını daha fazla savunmak düşüyor. Hatta kendisi kadar şanslı olmayan başka insanların da. Zaten bunu zaten başka türlüsünü akıllarına bile getirmedikleri için kendiliğinden yapıyorlar. Tekrar şu sıralar insandan en çok çeken hayvanlara dönersek, bu insanlar evlerini, hayatlarını paylaştıkları bir hayvan dostları olduğu zaman ona nasıl saygı ile davranıyorlarsa sokaktakilere aynı saygıyla yaklaşıyor, onları hoyratlıklara karşı ‘sahipsiz’ bırakmamaya gayret ediyorlar.
Bunları bana - bir kez daha – düşündüren, ne kadar düşkün olduğunu bildiğim kedisi Şati’yi yakın zamanda kaybeden Deniz Çakır’ın yaşadığı acıyı dönüştürdüğü iyilik oldu. Daha önce de yaptığı kolyeleri, bilezikleri görmüştüm, el sanatlarına yatkınlığı, becerisi ve sabrı var. Bu sefer
Bir yazı daha kendi Ege sahillerimizde otururken Yunan adalarından birinde olsak çok daha az para harcayacağımızı konuşarak karşılamış bulunuyoruz. Dokuz günlük bayram tatilinde deniz kenarına gidebilen şanslılar için konuşuyorum elbette. Sadece perşembe günü Bodrum’a 20 bin aracın giriş yaptığı haberleriyle karşılaştığımıza göre çok da az olmayan bir kitleden. Gözümüzle de görebiliyoruz zaten. Muhtemelen bir-iki güne de akmayan sulardan kesin olarak anlayacağız.
İlk cümleme dönersek, maalesef o da tam olarak gerçeği yansıtıyor. Evet, euro ne kadar yükselirse yükselsin bizim işletmeler bir Avrupa tatilinden daha yüksek bir maliyet çıkarmayı başarıyor müşterinin karşısına. Herhalde diyorum amaçları Yunan turizmini desteklemek. Başka açıklaması olamaz bu vasat kalite – yüksek fiyat politikasının. Üstüne de gürültü patırtı, kalabalık. Eğlenceden anladığımız şey her taraftan yükselen, birbirine karışan bol cıstaklı müzik. Bir deniz sesi, bir kuş sesi değil… İnsanın sözde denizle, doğayla baş başa
Bilmiyorum, belki de böyle böyle geçiliyor ‘dinozor’ saflarına. Teknolojik gelişmeler karşısında dehşete düşmeye, “yok artık” demeye, eski günleri özlemle anmaya başlayarak. İnsanların aralarına ekran engeli koymadan konuşabildiği, her masaya dört cep telefonu düşmeyen, kafaların öne değil birbirine dönük durduğu günler o kadar da eski değil üstelik. Üzgünüm, daha güzeldi. Konuşuyorduk, dinliyorduk, hatta neredeyse birbirimizi anlıyorduk. Belki de şaşırmak lazım olanlara. Tuhaf çünkü.
Ne bileyim, kısa süre öncesine kadar bir masada otururken konuştuğumuz her şeyin beş dakika içinde sosyal medya hesaplarımızdan birinde karşımıza reklam olarak çıkmasından ‘şüpheleniyorduk’. Dinliyor muydu bizi cep telefonumuz acaba? Şimdi eminiz, şaşırtmaz oldu bizi 7-24 takip edilmek. Hayatımız Siri’nin ellerinde, bir Apple kullanıcısı isek ve biz bunu kabullendik. Diğer cihazların da kendi Siri’leri var tabii.
Bir süredir artık Yapay Zekâ’nın bilinmez sularına geçmiş durumdayız ve her an her şey
Bu yazıyı kendisi yazıyor olsa muhakkak “Falanca da işi iyice abarttı” derdi ama ben bir öğrencisi olarak kendisinin iyi gazeteci olduğu kadar sahneyle de arasının iyi olduğunu biliyor ve hiç şaşırmadan söylüyorum: Gazeteci Tuğrul Eryılmaz tek kişilik gösterisi “Gonzo Tuğrul” ile sahnelere döndü. Evet, ‘döndü’, çünkü bu işi Bilsak Beşinci Kat’ta ilk denediğinde sene 1998-99 gibiydi, biz beraber Radikal İki’yi yapıyorduk, gerçekten unutulmaz bir geceydi. Kendisi ise yıllarca “Beni zorla çıkardılar” demişti, bu kez de Sahne Joker tarafından ‘zorlanmış’ durumda.
Sahne Joker, İstiklal Caddesi’nde, Halep Pasajı’nın içinde, bir zamanlar Maya Cüneyt Türel Sahnesi olan salon. 12 yıldır hanın altıncı katında bulunan Joker Yapım tarafından ele alınıp çok amaçlı bir salon haline getirilmiş, açılışını da biletleri anında tükenen “Gonzo Tuğrul” gösterisiyle yaptı. (Bu arada ‘gonzo’ sıfatını Hunter S. Thompson’dan ödünç alarak, gazetecilikte
Artık bu “Yargı”ya dair yazacağım son şey olacak, çünkü diziyi izleyen - izlemeyen herkes ekibin Lütfi Kırdar’da seyircisiyle beraber bir şölene çevirdiği (ve geliri Türk Eğitim Vakfı’na bırakılan, iyilik dolu) ‘veda’dan haberdar. Finali seven var, sevmeyen çok, bana sorarsanız hiçbir final bizi mutlu etmeyecekti, ben gecenin geride bıraktığı bir şeyden söz etmek istiyorum. Bir duygudan.
Dönüp “Yargı-Veda” ile ilgili paylaşımlara baktığınız zaman en çok söz edilenin Kaan Urgancıoğlu’nun üç yıllık partneri – yol arkadaşı Pınar Deniz’i anons ederken söylediği cümleler olduğunu görüyorsunuz. Öncelikle sahnede konuşma yapma konusunda aralarındaki farktan söz etti, kendisi düşünür, Pınar Deniz doğaçlama yaparmış. “Ben de Pınar gibi yapayım dedim, en kötü batırırım, pası Pınar’a atarım, üç yol boyunca genelde öyle yaptım” dedi. Ve pası atarken de bir dizi özellik saydı: “Güzel, yaratıcı, merhametli, hayvan dostu
Kuracağım cümlede hiç abartı yok; Nilüfer Kent Tiyatrosu, her gittiğimde içimi umutla dolduran, oyun izlerken coşkuya kapıldığım bir tiyatro. Çok genç, çok yetenekli ve çok heyecanlı bir ekibi olan, gerçekten yaşayan bir kurum, derdi memuriyet değil tiyatro olan insanlar var orada.
Üç sene önce çok isabetli bir seçimle Genel Sanat Yönetmeni olarak Murat Daltaban’ın gelmesi de kurumun başına konmuş talih kuşu oldu. Genel Yapım Yönetmeni olarak da Özlem Daltaban işin başındaydı. Hem birbirinden nitelikli oyunlar sahnelemeye başladılar hem yeni projeler geliştirmeye. İkilinin akla hayale gelmedik yerleri tiyatroya çevirme özelliğini DOT’tan biliyoruz zaten, bir baktık Balat Atatürk Ormanı’ndaki ‘Ormandaki Kulübe’ NKT’nin yeni oyun alanı olmuş, bütün yaz oyunlar devam ediyor. Oyun Yazma Programı ile iki yıl içinde tiyatroya sekiz yeni oyun kazandırılmış, ilki sahnelenmiş bile. Gençlik tiyatrosu biriminin tohumları atılmış, 60 yeni genç katılmış ekibe. Klasik tiyatro eserleri çocuk oyunu