‘Kentsel dönüşüm’ beraberinde neler düşündürüyor? Yıkılan binalar, yerine dikilen daha büyük binalar, bütün şehrin dönüştüğü dev bir şantiye, toz duman, molozlar, gürültü... Bu ‘dönüşüm’ün ruhlarda yarattığı tahribat bütün bu hengâmede pek hesaba katılmıyor. Özellikle belli bir yaşın üzerinde olup ömrünün neredeyse tamamını bir evde geçirmiş bir insanın oradan çıkarıldığında başka bir yerde kök salmasının nasıl zor, hatta imkânsız olduğu bu rant kapısının belirleyicilerinden biri asla değil. Halbuki hepimizin vardır, evinden edildiği için hayata küsen yaşlı akrabaları, tanıdıkları.
Aslı Özge’nin dünya prömiyerini 74. Berlin Film Festivali’nde yapan son filmi “Faruk” böyle bir hikâyeye odaklanıyor. 90 yaşındaki Faruk, İstanbul’un kaosunda kendince bir düzen içinde yaşayıp giderken, oturduğu apartmanın kentsel dönüşüm kapsamında yıkılacak olmasıyla hayatı sarsıntıya uğruyor. Faruk yıkımı
Böyle fazlasıyla tadında, tamamlanarak, sünmeden finale giden çok az dizi var bizim televizyon tarihimizde. Bir tanesi “Ezel”di mesela, hâlâ da hatırlanır. Ama böyle örnekleri saymazsak dijital platformlarda nefese nefese izlediğimiz yabancı dizilerde finale doğru heyecan tırmanırken bizim payımıza çoğunlukla bir noktadan sonra final yapıp yapmadığıyla bile ilgilenmediğimiz diziler düşüyor. Çok yakında bir örneğiyle karşılaştık gene, şaşaayla başlamıştı, bittiğini bilen yok.
Dört-beş bölümde kalkanları saymıyorum bile, bir iki sezon devam ettikten sonra elden ayaktan düşerek veda eden dizilerin acıklı sonu, sözünü ettiğim. Sebebi de, 26 Mayıs akşamı Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde geliri Türk Eğitim Vakfı’na bağışlanacak 95. bölümüyle ekran macerasını noktalayacak olan “Yargı”. Kaç haftadır her bölümü biraz daha yüreğimiz ağzımızda izliyoruz biz “Yargı”cılar. Üstelik kitlendiğimiz tek soru “Ilgaz ölecek mi?” değil, yazar Sema Ergenekon hep yaptığı gibi
“Zayıflığınızı 0’dan 10’a kadar bir ölçekte nerede değerlendirirsiniz?” Bilmiyorum sizin için öyle mi ama beni bu 0’dan 10’a kadar bir sayıyla cevap isteyen sorular hep çaresiz bırakmıştır. Herhangi bir hizmetten memnuniyeti derecelendirmek hadi neyse de, doktorun sorduğu gibi “ağrının şiddetini” bir cetvelle belirlemek pek mümkün gelmez, ne söylesem yanlış bir bilgi verdim de doktoru yanılttım mı acaba diye endişelenirim.
Bu ‘endişelenirim’ biraz anahtar kelime, çünkü kendimi nasıl bir insan olarak tanımlarım, sanırım ‘endişeli’. Çağımızın aksine pek imkân vermediği tesellisine sığınıyorum, bence çoğumuzun derdi bu, 0 ile 10 arasında bir yerde. Hatta bir sergi adı olarak da çok çekici değil mi? “Endişeli Kalbim”.
Balca Ergener’in “Endişeli Kalbim” sergisi, Tophane’deki Depo’da bu ay açıldı. Yazının girişinde sözünü ettiğim cümle, girince karşı duvarda çıktı karşıma. Pandeminin ilk aylarında, insanın bir bilinmez karşısında kendisini en zayıf
"Bu dünyanın çivisi çıkmış". Sanırım hepimiz hemfikiriz bu konuda. Başka bir dünya yok ama, bunda da. Ne yaşayacaksak bu yerküre üzerinde. İyi kötü bir hayatımız var, bağlarımız, ilişkilerimiz, yatırımlarımız. Belli kurallar çerçevesinde sürdürüyoruz, belki isteyerek, belki de başka seçenek olmadığını düşündüğümüzden.
Şöyle olsaydı, bir gece burada uyuyup ertesi sabah ‘yan dünya’da uyanacak olsaydık, bu dünyadaki hayatımız bu noktada sona erip orada yeniden başlayacak olsaydı, ne olurdu? Kimlerle beraber devam etmek isterdik yola, kimler bu dünyada kalsın, aman sakın yan tarafa gelmesin isterdik? Hayal bu ya, bir bedeli yok yaptıklarımızın. Neler olurdu o son gecede?
Kumbaracı 50’nin yeni oyunu “Yan Dünya” böyle bir gecede geçiyor. Bir akşam haberlerinde yaşadığımız hayatın kapanacağı, pazar gecesi burada uyuyup yan taraftaki dünyada uyanacağımız bilgisi geçiliyor. Gerisi tam bir belirsizlik. Yan dünya nasıl bir yer, kim gelecek, kim kalacak, kim yaşayacak, kim ölecek, bilen yok. Ortaya bir
Sinemada, tiyatroda, bütün ödül verilen alanlarda bitmeyen tartışmadır… Kimlerden oluşmalı bu jüri denen belalı ‘makam’? Alanın profesyonellerinden; yazar, yönetmen, yapımcı, oyuncu, akademisyen, eleştirmen… Böyle sayınca iş kolaymış gibi görünüyor ama o kişinin o yıl ödüle aday bir işte yer almaması, hatta herhangi bir işle uzak – yakın bağının olmaması gibi kriterler koyunca, ortaya meslekten emekli olmuş, ununu elemiş, eleğini asmış birilerinden oluşmalı gibi bir sonuç çıkıyor.
Gerçi bu kriterleri karşılayan beş ila yedi insanı bir araya getirmeyi başarsan da birileri mutlaka mutsuz olacak. Afife Tiyatro Ödülleri Jürisi mesela 33 kişiden oluşuyor, kimse memnun değil. Zamanının tamamını oyun izleyerek geçirmeyi göze alman yetmiyor, bir de kimseyi küstürmekten çekinmeyeceksin.
Sinemada en azından ön jüriden geçmiş 10-12 tane film getiriliyor önünüze, izleme alanınız sınırlı. Gelgelelim orada da ‘conflict of interest’ (çıkar çatışması) meselesi neredeyse
Bundan 47 yıl önce, 1977 yılının mayıs ayında, sinemalara bir bilim kurgu film gelir. Yönetmeni George Lucas, o sıralar 33 yaşında genç bir sinemacı, öncesinde birtakım kısa filmleri var. Bu filmi yapabilmek için epey uğraştığı, senaryosunu kapı kapı dolaştırdığı biliniyor.
Kadrosunda pek de yıldız isim olmayan (Sir Alec Guiness hariç. Daha Harrison Ford bile Harrison Ford değil.) “Star Wars: A New Hope” (Yıldız Savaşlar: Yeni Bir Umut) ilk olarak sadece 32 sinemada gösterime girmiş. Tabii Amerika’da, filmin Türkiye’de sinemalara gelişi 1980’i bulacak. O zamana kadar da “Star Wars” fırtınası çoktan dünyayı sarmış olacak. Üç yılda bir serinin yeni filmi gelecek, “Star Wars” sayısız filme – diziye esin kaynağı olacak, çizgi romanlar, video oyunları, oyuncaklar, figürler, logolu ürünlerle uçsuz bucaksız bir evren büyüdükçe büyüyecek. Efsanenin doğuşuna, “May the Force be with you” (Güç seninle olsun) cümlesinin kıyametler koparmaya başlamasına dair pek çok
Türkçe rock müzik yapılabilir mi? Şu an kulağa inanılmaz saçma geldiğinin farkındayım ama ‘90’larda böyle bir tartışma vardı. Dilimiz rock müziğe uygun muydu? Değildir diyenler az değildi. Öte yandan mesele tam ‘uygunluk’ meselesi değildi belki ama kendine has melodisi olan bir dil olarak Türkçe’nin rock müzikle kan uyumu yakalamak için farklı bir yaratıcılığa ihtiyaç duyduğu açıktı.
Bundan kısa süre sonra bu tartışmayı sonsuza dek ortadan kaldıracak müzisyenler, gruplar birer birer hayatımıza girecek ve biz 2005 yılında Kilyos’ta düzenlenen dört günlük Rockİstanbul festivalinin açılış gününde Duman’ı, kapanışında da mor ve ötesi’nin ana grup olarak izleyecektik. Türk rock gruplarının kaderi yurt dışından gelen kıymetli müzisyenlerin ön grubu olmak değildi artık.
Çığır açan albüm
mor ve ötesi’nin pek çok açıdan Türk rock müziğinin akışını değiştiren albümlerinden “Dünya Yalan Söylüyor”, 20 yaşına basmış
“Fazla yaklaşanı içine çeker sinema. Bir daha da kurtulamazsın”. Yıllarca yazılarıyla Milliyet Sanat dergisine de zenginlik katan sinema tarihçisi Agâh Özgüç’ün, “genç ve idealist bir senaryocunun gözüyle geleneksel Yeşilçam sinemasını sorgulayan,” “sinemanın sinemaya baktığı” bir film olarak tanımladığı “Hayallerim Aşkım ve Sen”, en baştan bu cümleyle söyler söyleyeceğini. Görmüş geçirmiş makinistten yetimhanedeki küçük Coşkun’a bir nasihattir bu. Ancak iş işten geçmiştir bile. Coşkun büyüyüp senarist olacak, çocukluktan beri âşık olduğu Yeşilçam yıldızı Derya Altınay’ı hayalinde canlandırarak bir aşk hikâyesi yazacak ve sonunda senaryosunu perdede görecektir. Ama parlaklığını yitirmeye başlayan Yeşilçam sisteminde, yapımcıların talepleri doğrultusunda gerçekleşen onun hayali midir sahiden?
Senaryosu Ümit Ünal’a ait 1987 tarihli “Hayallerim, Aşkım ve Sen”, yalnızca usta yönetmen Atıf