Görülmemiş şey değildir. Hayatınızın en mutlu olmasını beklediğiniz günlerinden biri bir anda kâbusa dönebilir. Ömür boyu saadet hayalleriyle oturduğunuz nikâh masasından hayal kırıklığıyla kalkabilirsiniz mesela. Siz buraya şu veya bu sebeple başınıza gelen bir aşk acısını, terk edilişi, yarı yolda bırakılışı koyun. Dünya başınıza yıkılmıştır hani ama onu yeniden ayağa kaldırmanın bir yolu vardır: Dostlarınıza sığınmak.
Filmde üzerinde gelinliğiyle İstanbul’un en güzel sokaklarından rüzgâr gibi geçen bir gelin var. Koşar adım dostlarıyla, sevdiği kadınlarla sarılıp sarmalanacağı eve yürüyor. Birazdan gözyaşlarının yerini kahkahalar, muska börekleri, sarmalar alacak. Kutlanacak bir güne dönüşecek o hayal kırıklığı. Bir de “Aldırma deli gönlüm / Giden gitsin sen şarkılar söyle içinden, boşver” patlatılacak hep bir ağızdan.
Anlatırken bile bir Ferzan Özpetek filmine giriş yapmakta olduğumuz seziliyor değil mi? Dostlarla katlanılır hatta kutlanır hale gelen hayat, neşeye dönüşen hüzünler ve ille de kalabalık
Birisi size “Adana’ya gidiyorum” dese ilk ne dersiniz? “Şuranın ciğeri şahane, buranın kebabını atlama”. Biz de öyle yaptık. Bayramda bu sene Kültür Yolu Festivali’nin rotasına dahil olarak 12. kez düzenlenen Portakal Çiçeği Karnavalı’nın açılışı için Adana’nın yolunu tuttuk ve karnavalın lezzet duraklarından Onur Kebap, şahane manzaralı Onbaşılar, “Adana’ya gel, ciğerimi ye” sloganlı Memet Usta ve yolcu ederken müşterilerine nazar boncuğu hediye eden nazik mekân Baba Kebap’ta demir attık. Baba Kebap’ta her şey çok lezzetli, kendi yaptıkları zerdeçallı ekmek içindeki hamburgerleri şahane. 200 kişinin sırada beklediği Kazım Büfe bize kısmet olmadı, insanlar bu büfede ballı muzlu süt içmek için saatlerce bekliyor, bunu da şaşırarak belirtmek isterim.
Yıllar önce bütün sokağı tutan portakal çiçeği kokusunu duymuş biri olarak hüsrana uğradım; ağaçta çiçek görmedim. Bir duyuma göre kuvvetli yağışlardan dökülmüş. Sokaklar
Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından dördüncü kez düzenlenen ve bu yıl 16 şehre yayılarak sekiz ay sürecek Türkiye Kültür Yolu Festivali, ilk durağı Adana’da Portakal Çiçeği Festivali ile birlikte başladı.
Bir şehrin iklimiyle, doğasıyla, tarımıyla, toprağında yetişen ürünleriyle bu derece bütünleşmesi nadir rastlanan bir durum. Adana böyle bir şehir. Yakıcı güneşiyle bile barışık, narenciyesiyle, pamuğuyla gurur duymasın mı? Pamuğun adı Altın Koza’da yaşıyor, narenciyeninki Portakal Çiçeği Karnavalı’yla. Bu sene T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın düzenlediği Türkiye Kültür Yolu Festivali’nin ilk durağı hâline gelen karnavalla.
Hem karnaval hem de sekiz ay sürecek festival maratonu 13 Nisan Cumartesi günü Adana Müze Kompleksi’nde düzenlenen, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’un katıldığı toplantıyla başladı. Kültür Yolu Festivali, bir kenti diğerlerinden ayrıştıran özelliklerinin kültür ve sanat mirasında yattığı inancıyla yola
Şu ara sürekli gözüme “Bayram tatilini İstanbul’da geçirecekler için” başlıkları ilişiyor. Sanırım onlardan biri olduğum için. Bunun hemen ardından teselli tınılı “Bayram İstanbul’un en güzel zamanı” cümlesi gelmez mi? Neden? Çünkü sokaklar sakindir, evet trafik azdır, evet yollar boştur. Ama yine de bütün arkadaşlarınız kavimler göçü şeklinde şehri terk eder ve bunda can sıkıcı bir yan da vardır.
O zaman ne yapalım, “Bayramda kapalıyız”ları görmezden gelelim, ‘sakin’ şehrimizde bayramda devam eden neler var, ne yapıp kendimizi eğlendirebiliriz, ona bakalım.
Adalar, diziler
Bence öncelikle Adalar’a gidebiliriz. Ben daha dokuz günlük tatil yüzünü gösterirken kendimi Burgazada’ya attım. Ne vapurda ne adanın kendisinde korkulan izdiham vardı. Makul, hoş bir insan kalabalığı, sokaklarda yürürken trafik tıkanmıyor, sahildeki lokantalar yarı yarıya dolu. Her taraf erguvan ve mor salkım, faytonsuz hava sahası mis gibi çiçek kokuyor, Kalpazankaya yolu hiç
"Bazı sorular hayalet gibidir, soran kişiler öldükten çok sonra bile hayattayken bulamadıkları cevaplarını ararlar.” Bunların en cevapsızları, savaşa dair olanlar. Zekâlarıyla, donanımlarıyla bir çağa yön verme yetisine sahip bilim insanlarının dümeni nasıl – neden bir felakete doğru kırdığını izah edecek bir teori mesela, icat edilmedi. Edebiyat, sinema, sanat buna bir anlam verme çabasını sürdürüyor.
Yıl 1941, Kopenhag. Niels Bohr ve Werner Heisenberg, yüzyılın en büyük iki atom fizikçisi. İki eski dost, öğretmen – öğrenci, baba – oğul. Artık İkinci Dünya Savaşı’nın iki düşman kutbunda durmaktalar. Hakkında Hitler için atom bombası yaptığı iddiaları dolaşan Heisenberg, yarı Yahudi hocası Bohr’u Nazi işgali altındaki ülkesi Danimarka’da ziyaret eder. O gün Kopenhag’a ne konuşmaya gittiği hep karanlıkta kalır. Onu Almanya’nın nükleer programı hakkında uyarmaya mı gelmiştir? Yoksa ondan Amerikalıların bir atom bombası üzerine çalışıp çalışmadığını öğrenmeye mi? Ve tabii bu
Emile Zola “Gerçek yürüyor, onu kimse durduramaz” demiş zamanında, toprağın altına gömmeye kalkışılan gerçeklerin orada büyüyüp daha büyük bir patlama gücüne erişeceğini söylemiş. Biz “Gerçeklerin er geç ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır” diyoruz. Hatta kimileri ‘kötü’ ekliyor ‘huy’un başına. Gerçekle ilişkimiz böyle biraz.
Ama şurası kesin, kullanmayı çok sevdiğimiz bir cümle bu. En son bu hafta “Taş Kâğıt Makas” (Kanal D) dizisinin fragmanında gördüm, haksız yere cinayetle suçlanıp müebbet hapse çarptırılan babasını intikamını almak için okuyup avukat olan Umut (Ekin Koç)’un ağzından: “Gerçeklerin bir huyu vardır ya, meşhur” diyordu… Gerçek hayattaki karşılığından emin olamasam da insana huzur veren bir tarafı yok değil bu iddianın. Ya da belki ‘er ya da geç’ epeyce geç demektir, ömür vefa etmiyordur bazı durumlarda.
Uğraş Güneş’in yazıp Yusuf Pirhasan’ın
Pencereden İstanbul manzarasına bakan genç kız telefonda “Anneanne, bak ne buldum” diyor; “Beni ilk götürdüğün filmin biletini”. Saklamış özenle, balonlu naylonun içinde. Şimdi gene filme gidecekler. Anneanne, aynada özenle hazırlanmakta. Şık gidilir çünkü festivale. Üstelik zamanında bilet kuyruğunda beklerken rahmetli kocasıyla tanışmış bir anneanne bu. Çerçeveden bir fotoğraf bakıyor, balonlu naylon içinden. Sonraki yıllarda torunu almış dedesinin yerini. Ailede kuşaktan kuşağa aktarılan bir gelenek olmuş; İstanbul Film Festivali’ne gitmek. Artık bilet kuyrukları yok ama festival 43 yaşında.
Annemin evindeki odamda çekmeceleri karıştırırken bir cüzdan buldum, pembe, tam genç kız işi. İç yüzeyine Madonna, AHA, Duran Duran çıkartmaları yapıştırılmış, Bravo dergisinden çıkma. İçi de tıka basa bilet dolu. Emek Sineması, Sinepop Sineması, Kent Sineması, Dünya Sineması… Tarih atmışım arkalarına, hangi film olduğunu yazmışım, kimle gittiğimi.
Bizim ailede de kuşaktan kuşağa aktarılan bir adetti, İKSV İstanbul
Yıl 2017 imiş, “Efes’te yemek yemek şart mı?” başlıklı bir yazı yazmışım. “Roma döneminden beri ayakta kalan muhteşem Celsus Kütüphanesi’nin merdivenlerine yuvarlak masalar ve beyaz kılıflar giydirilmiş sandalyeler koymazsak içimiz rahat etmiyor mu?” diye sormuşum. “Gereken özen gösteriliyor” denmiş o sıralar. Ama yani gene de şart mı?
Geçen haftaki Selçuk seyahatimin son gününü Efes Antik Kent’e ayırdım. Bir kez daha mirası üzerinde yaşadığımız tarihe hayran kaldım. Üstelik inanılmaz bir rehberimiz vardı, antik kentin her taşına hâkim. Öylesine tutkuyla anlatıyor, öyle güzel detaylar veriyor ki âdeta gözünüzde canlanıyor Domitian Meydanı’nın, Kuretler Caddesi’nin, Agora’nın cıvıl cıvıl olduğu dönemler. “Hayal edin” diyor zaten rehberimiz Ömer Bey, “Burası kalabalık, İstiklal Caddesi gibi bir cadde”. Şurada yan yana oturulan umumi tuvaletler (Zenginler kış aylarında önce kölelerini yollarlarmış oturacakları tuvaleti ısıtmaları için), burada